Geceler saklamaz gözyaşlarını bilirim. Ağlamak her zaman rahatlatmaz insanı. İsyan edememek, imtihanların en büyüğü olsa gerek. Bütün çabalara rağmen elde kalanın birkaç damla gözyaşı olması. Umutların başkalarının elleriyle zehirlenmesi ve zehirleyenlere de onları makul karşılayan bakışlarla bakmaya ve mağrurca durmaya çalışmak. Bütün yaptığın bu sevgilim; tüm yaptığın bu. Elinden gelenin sadece bu olduğuna inanmak istemiyorsun. Onun için sığınıyorsun imtihanın nispeten ‘anlayışlı ve izahkar’ limanına.
Çaresizlerin bir tür duası değil mi ah etmek? Ah alanın yanına kar kalmayacağının bilinmesi biraz olsun rahatlatmaz mı insanı? Rahatlatır.
Haklı olduğun halde güçlünün karşısında haksız sayılabilmek ne kötü. Bir insanın kendi doğduğu topraklarda sırf inancı için aşağılanması ne kötü. Sen sınıfından kovulurken “güçlülerle” az mı çatıştım sanıyorsun, sen ağlayarak sınıfı terk ederken ben az mı sıktım dişimi? Birileri ‘sabır’ diye yapışırken koluma sırf zayıflığımı görmesinler diye başımı önüme eğip az ıslatmadım sıraların üstünü sevgilim. Sen çıktığında yenilmiş ordulara dönüyorduk birkaç arkadaşımla. Amfi diğerlerinin zafer alanına dönüşüyordu.
Hatırlar mısın ön sıralardan biri sen çıkarken ‘Hadi Allah’ın gelsin kurtarsın seni’ demişti de bütün inananlar terk etmiştik amfiyi. Ne istemişlerdi bizden kuzum? Kim diyordu ki takiyye yaptığımızı? Kim karar veriyordu inancımızda samimi olmadığımıza?
Samimi olmak taviz verebilmeyi mi gerektiriyordu küçük çıkarlar için? Savaşmamayı, pes etmeyi mi gerektiriyordu samimiyet? Yoksa onların istediği mi buydu? Onlar mı istiyordu pes etmemizi ve tavizler vermemizi? Başörtüsünü dinimizin en temel simgesi haline biz getirmedik sevgilim, onlar getirdiler, onlar dini “başı örtmekle” bir tuttular. Sandılar ki inancımız, taktığımız bezden ibaret. Onu alırsak ellerinden dinlerini ele geçirmiş oluruz sandılar.
Sürekli uğraştılar bizimle. Sürekli horladılar, çiğnediler, kırdılar, ezdiler sevgilim. Hatırlasana nasıl da severdik bizimle zıt görüşte olsa bile demokratik olan hocalarımızı. Eski solcuları sevgilim, nasıl da severdik. Nasıl dualar ederdik onlara.”Allah’ım hidayet nasip et” diye. Hani bir hoca vardı. Galiba en büyük acıyı o yaşatmıştı bize. “Atatürk sizi görse utanırdı sizden” derdi bize. O bunları söylediğinde bir şeylerden utanırdım evet, ona insanlığın evrensel kurallarını haykıramadığımdan utanırdım. Onunla aynı ülkede yaşıyor olmaktan utanırdım sevgilim, aynı topraklarda ve üniversite gibi bir yerde olmasından utanırdım onun. O, bir dağ başında ayı izi sürüyor olmalıydı. Ya da bizim ermiş çobanlarımızın eline su döküyor olmalıydı sevgilim. Böyle aydınlık olması gereken bir yerde olmamalıydı işte, olmamalıydı. Belki böyle yerlerde ekseri bunlar gibiler oldukları için dışlanıyorduk sevgilim. Başlarda onlar olduğu için yurtlara alınmıyorduk. Sınavlardan polis zoruyla çıkartılıyorduk. Kantinden kovuluyor, merdivenlerden itiliyorduk. Açık seçik kayırılıyordu birileri gözümüzün önünde ve kayırılanlar açık seçik düşmanlık besliyorlardı bize.
Bir araya gelmekten sakınır olmuştuk. Sana bir şeyler söylemek, yanında olduğumu, seni yürekten desteklediğimi, bütün acılarını paylaştığımı söylemek istiyordum sevgilim, yapamıyordum. Yanına geldiğimde anlamsızlaşıyordu tüm söyleyeceklerim. Sanki biliyormuş da zaten öyle olması gerekiyormuş gibi davranıyordun. Daha bir vakarlaşıyordun böyle zamanlarda. “Boş bulunmamalıyız” gibi bir ilham alıyordum nedense. Ve duygularımın anlamsızlığına, içi boşluğuna, kendime kızıyordum. Senin kadar inanmadığıma kızıyordum. Senin kadar yürekli olamadığıma.
Çoğu hocaların senden ürktüğünü düşünüyordum sevgilim. Çoğunun da seni kıskandığını. Kendini öyle bir savunman vardı ki tehditler karşısında. Hilal kaşlarını kaldırdığında karşındakiler acizliklerinden çevrelerinden yardım dilenir duruma düşüyorlardı. “şunun cüretkârlığına bakın yaa” diyorlardı o zaman. Sense “siz kendi korkaklığınıza bakın asıl” diyor ve her defasında muzaffer edanla ortamı hizaya getiriyordun. Küçülmüş halimle seni yürekten kutluyordum böyle durumlarda. Sana öyle dualar ediyordum ki. Her gün irşad ediyordun beni, ölü yanlarımı diriltiyor, gözümün feri oluyordun. Cesaretim oluyordun.
Aradan uzun zaman geçti sevgilim. Babanı seni almaya gelirken gördüğümde önce inanmamıştım gideceğine. Babanınsa bizim dekana verdiği derse donakalmıştım. Dekanın gözlerinin içine bütün kararlılığıyla bakmış ve “senin kızın bana tedavi için geldiğinde ‘başı açık’ diye ölüme terk edersem anlarsın beni, şimdi anlayamazsın” demişti. Ondan anladım ki baban doktordu. Cesaretinin nerden kaynaklandığını da anladım o gün. Babana benziyordun. Beni, dava arkadaşlarını yetim bir halde bırakıp giderken “pes etmeyin arkadaşlar, yılmayın”, “onlar yılmamızı, pes etmemizi istiyorlar” demiştin. Ağlayan kız arkadaşlarına sarılmıştın da ağlayamayan bana biraz da acıyarak bakmıştın nedense. Onları mı bana, beni mi onlara emanet ettin hatırlamıyorum şimdi. Hatırladığım tek şey ağlayamamanın burnumu sızlattığı ve kendimi en çaresiz hissettiğim günün o gün oluşuydu.
Geçenlerde duydum babanın öldüğünü. Başın sağ olsun türbanlı sevgilim. Sense yurt dışındaki saygın bir üniversitede ‘uluslar arası hukuk’ dersi veriyormuşsun. Bir gün seni taşımayı başarabilirse buralar, burada da hukuk dersi vermeni dilerim. Belki yetmez mi bu kadar verdiğim ders diyeceksin.
Yetmez.
Sen söylememiş miydin özgürlük mücadelesinin ancak kazanıldığı zaman biteceğini?