Bizler; bir dönemin parlayan yıldızıydık. Bir dönem insanlığı inşa ettik. Ve bir dönem, medeniyet yolcuları insanlar olarak, insanlığı şu anki bulunduğu şartlara taşıdık. Belki Asya medeniyetinin bende yarattığı bu düşünce kızıma Asya ismini koymama vesile olmuştu. Öyle ya Asya; insanlığın doğduğu, medeniyetin baş tacı, kadim coğrafya.
Bugünün Asya’sına sosyolojik açıdan baktığımızda medenilik ve medeniyet kavramlarından ne kadar uzaklaştığımızı görüyorum. Asya toplumları tarihin tozlu sayfalarına bakıldığında ilk insani hareketlerin başlangıcı, ilk ilim örüntüsü, ilk filozoflarımız, ilk bilim adamlarımız hatta ilk yazılı anayasa yine küçük Asya’da. Evet evet ilk yazı, hatta başımızın belası paranın bulunması da Asya’da. Tuhaf değil ama ilk savaşta Asya’da. Bu Asya’nın bir suçu değil zira doğasında savaş olan bir varlık söz konusu ve ilk insanın da bu topraklarda var olduğunu düşündüğümüz takdirde savaş kaçınılmaz. Ama Asya insanı savaşın yanında bir diğer şeyi de icat etti. “Barış.” Kendisine çok rağbet edilmese de dünyadaki ilk bilinen savaşa ev sahipliği yapan Asya, dünyanın ilk barış anlaşması olan Kadeş Anlaşması’na da ev sahipliği yaptı.
Meramım bir Asya, Afrika, Avrupa karşılaştırması yaparak bölgesel ayrımcılığı körüklemek değil elbette. Sadece insanlık olarak bugün geldiğimiz noktayı irdelemek, olmamız ve olmamamız gereken yeri belirlemek. Eğer becerebilirsem.
Adab-ı muaşeretten şehir hayatına, mimariden müziğe, mutfak kültüründen uluslararası siyasete kadar her alanda karşımıza çıkan medeniyet kavramı, son üç asırdır gündemden düşmeyen ve bir o kadar da hırpalanan ve harcanan bir kavram. İşin tuhafı savaş çıkartmak isteyenler de barış için mücadele edenler de bu kavramın arkasına sığınmakta. Bu bağlamda medeniyet aktarıcılarını gerek hicivle, gerek ironiyle, gerekse sahici durumlarıyla irdelemek gerekmekte.
Dilim döndüğünce bu dünyada, hattı zatında Asya’da yapılan belki Afrika’da yapılan medenileşme konularını ele alıp esasen bu durumun/ilişkinin “medeniyet aktarıcılarının” amacının ne olduğu konusunda biraz durmak istiyorum. Medeniyet aktaranların esas düşünceleri perişan etmek mi, bir otorite kurmak mı, domine etmek mi, asimile etmek mi ya da insanlığın ihtiyacına binaen evreni imar/inşa etmek mi sorularına yanıt aramaya çalışacağım. Uzun soluklu bir yazı ya da yazı dizisi olacak galiba zira girizgah bile uzadı.
İbrahim Kalın’ın şu enfes tespiti ile başlayalım dilerseniz. ”Bugün Batı’nın medeniyet adına söyleyecek sözü kalmadı, İslam dünyası ise henüz söyleyecek sözünü arıyor.” Eğer bugün Batı hala medeniyet üzerinden siyaset dogması yapıyorsa bu İslam dünyasının cümle kuramamasındandır.
Medenilik barbarlığın karşıtıdır. Medenilik akli, insani, ahlaki ve hukuki davranışların karşılığıdır. Medeniyet ise bu davranışlar karşılığında ortaya çıkan fikri, fiziki, siyasi ve ekonomik düzendir. Yani bir bölgenin bilimsel ve teknolojik imkanlarla inşa edilmiş yapılarından söz ederken medeni olduğunu iddia etmesi onun bir medeniyet kurduğu anlamı gelmez. Medeniyetten hak iddia edebilmesi için akli, insani ve ahlaki açıdan seviyesi gerçek vasfını belirler. Dolayısıyla Somut kültür, sanat eserleri, teknolojik birikim, devasa yapılar vb. kendi başlarına medeniyet ölçütü değillerdir. Bu saydıklarımız olsa olsa o toplumun an içerisinde elde ettiği maddi zenginliğin ve refah seviyesinin karşılığıdır. Hud as’ın kavmi olan AD kavmi, uyarıcısı tarafından Rabb’e karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri için uyarıldıklarında inanmamış ve helak olmuşlardı. Bu helaktan kurtulan birkaç insanın torunları hatayı yapı taşında görmüş aynı bölgenin kuzey yamacına dağları oyarak daha sağlam evler yapmışlardır. Bu bağlamda bizi bir üst seviyeye taşıyan ana savlar malzeme kalitesinden ya da yapı taşından ziyade ahlaki, akli ve insani açıdan ürettiklerimiz, paye verdiklerimizdir.
Son üç yüzyıldır kendilerinden olana gayet demokrat kendinden başka herkese ise barbar bir tutum sergileyen Avrupa devletleri belki maddi medeniyetlerden noksan ama insani ve ahlaki olarak dünyanın en medeni insanlarını köleleştirmişlerdir. Bütün bunları yaparken de medenileştirme kavramına başvurmuşlardır. Tıpkı özgürlük kavramına başvuranlar gibi. Bu kavramın sahada kullanılması toplumsal tepkimeleri en aza indirgediği gibi, insanlık genelinde ahlaken ve vicdanen meşru bir zemin yaratabilmek içindi.
Klasik, ilk sabunu biz bulduk, hamam bizdeydi, bizim ilim ve bilim adamlarımızın savları hala okutuluyor söylemlerinden bir iki dakikalığına sıyrılıp şu gerçekleri ifade etmekte yarar var. Medeniyet; akli, insani ve ahlaki ölçülerdir ancak aynı zamanda maddi refah ve imkan üreten bir sistemi de ifade eder. Bu bağlamda İslam medeniyetinin yükseliş dönemleri ticaret, el sanatları ve tarım alanında bir bolluk dönemine şahitlik etmiştir. Küçük Asya, Mezopotamya ve Nil vadisi tarım ve hayvancılığın gelişmesine katkı sağlamış, yeni teknikler bulunmuş, üretim artmış bölgesel ekonomi canlanmıştır. Ticaret, İslam’ın tarih sahnesine ilk çıktığı Mekke ve Medine’de daha ilk yüzyılda belirgin bir faktör olmuş, coğrafi sınırların genişlemesi ile küresel ticaret yolları oluşmuş bu vesile ile de Müslüman tüccarlar dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. Keşifler artmış yeni tebaalar tanınarak kendilerini ifade etme ve etnik keşiflere sebep olunmuştur. Bu vesileyle farklı dini ve etnik kökene sahip insanlarla bir arada huzur içinde yaşanması mümkün olmuştur. Ekonomik ve kültürel zenginlikle beraber İslam beldeleri bir cazibe merkezi haline gelmiş aynı zamanda bir küresel medeniyet birikiminin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Böylelikle İstanbul’dan Semerkant’a, Kurtuba’dan Kahire’ye, Mekke’den Kudüs’e, Bağdat, Halep, Şam’dan Gırnata’ya bir Darü’l İslam coğrafyası teşekkül edilmiş, içerisinde de refah, bolluk, estetik, ahlaki ve insani değerler ortaya konulmuştur.
İslam inancı dünyanın geçici bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu söyler. Fakat bu, Allah’ın hikmet ve nizam üzere yarattığı dünyanın tamamen ihmal edileceği anlamına gelmez. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur: ”Dünya ahiretin tarlasıdır.” Öyle ya tarla yalan olursa hasat da yalan olur. Bu minvalde İslam dünyayı hiçe saymaz, bir hiç mesabesinde kabul etmez sadece varlık/varoluş hiyerarşisinde onu ait olduğu yere koyar. İnsanlara Allah’ın dünya üzerinde kendilerine verdiği nimetleri aramalarını, bundan dolayı Allah’a şükretmeleri gerektiğini hatırlatır ancak asıl sorumlulukları hiçbir zaman unutmamaları gerektiğini ifade eder.
Bu minvalde Sezai Karakoç; ”tek bir medeniyetin bulunduğunu” söyler, “O da vahye dayalı hakikat medeniyetidir” der.
Efendim biz bu dünyaya şahit olmak için gelmiştik, sahip olma tutkusu bizi oyalayıp durdu. Melekelerimizi kaybettik. Öyle ya insan alışkın olduğu bir şeyi bile yapmaya yapmaya unutmakta. Bir dönem akli, insani ve ahlaki değerler üreten fikir paylaşan bunu da küresel coğrafyaya yayan insanlık, bugün kullanmadığı uzvunu kaybetmiş gibi, öyle bir uzvu olduğu aklına dahi gelmiyor. Çözüm ne mi? Bilmiyorum ama bir şey söylemem gerekirse yeniden ilk insanlık seviyesine dönmemiz gerek diye düşünüyorum. Belki bugün bu dönüşümü başlatırsak İlber Ortaylı’nın deyimiyle üç nesillik makası daraltabiliriz.
İleride bir yazı dizisi olarak, bu düşünceler içerisinde bir kaç medeniyeti yazmak istiyorum. Umarım başarırım.
Selametle…
Sudan’lı Mahmut Muhammet Taha’nın duası ile bitirelim:
Müjdeler olsun ki Allah bize hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insana nasip olmayan mükemmel bir entelektüel ve duygusal yaşam bahşediyor. Doğum şafağı sökmekte. Doğum şafağı sökerken doğurmak üzere olan insanlığın rahminde canlanan insan’a selam olsun.