Başlangıçta sadece kaos vardı. Sonra Gaia oluştu kaostan. Ardından onu ebemkuşağı gibi saran gökyüzü. Her şey salt bir tohumdan türedi. İçinde trilyonlarca tohum barındıran bir tohumdan… Ve her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle oldu. Onları olduran, nasıl olmaları gerektiğini en iyi bilendi. Terazisi şaşmaz bir usta; galaksileri, karadelikleri, canlı ve cansız her şeyi bir tohumun içine sığdırıvermişti. O tohum patlayacak, genişleyecek, bölünecek, çoğalacak ve kainatı oluşturacaktı. Öyle de oldu. Büyük tohum, hiçbir sapma yaşamadan her şeyi oldurdu. Ta ki bu terazi bilinç sahibi insanın cüzi kudretine geçinceye dek.
O büyük kaostan muhteşem düzen kuran büyük tohum, onunla sınava çekilen insana emanetti. Geçici bir süre için de olsa. Onu (insanı) diğerlerinden ayıran, kaos ve düzeni ayırt edebilmesiydi. Kaos, varlık öncesi yokluk; düzen, kaos sonrası varlıktı. İnsan sadece bilmeyle kalsa iyiydi belki. Yordama ve keşif, onu alemler üstü bir konuma yerleştirebilirdi. Ama insan kaosu ve düzeni kontrol edebileceği gibi bir vehim de taşıyordu. Tohumdan olan, kendini tohumun sahibi sanıyordu.
İnsanın düzen ve varlıkla girdiği çapraşık ve kaotik ilişki elbette tohum sahibinin ezeli bilgisinde olan bir takdirdi. Ve bu bilginin esasını insana aktarmak gerekiyordu. Elçiler birbiri ardına gelmeye başladı. İnsan aslında nedir? Her şey niçin var olmuştur? Bütün bu olanlar içinde insana düşen nedir; anlattı, anlattı elçiler.
Onlar anlatırken insan günahı keşfetti. Damarlarının içinde onu esir alan, eşsiz hazlar yaratan, kendisini bağımsız ve büyük, sorumsuz ve sonsuz güçlü hissettiren yasak elmayı tattı. Elçilerin anlattığı hikaye; yasak elmaya karşı duruştaki dinginlikti, insanın aradığı ise yasaklayanın yok olduğu bir kargaşa.
Elçilerin yanında duranlar da oldu. Onları duymamak için öldürenler de. Böylece ikiye ayrıldı insanlık. Düzen koruyucuları ve kaos taraftarları. Düzen koruyucuları için her şey olması gerektiği gibiydi ve uyum göstermesi, değişmesi gereken kendileriydi. Kaos yanlıları ise mükemmel olanın kendileri ve geri kalan her şeyin onların arzu ettikleri gibi olması gerektiğine inanıyorlardı. Bir tarafın asıl büyük olanı kabul ve bunu göstermek için boyun eğişi bundandı. Diğeri pozisyonu gereği dönüştürücü ve sahiplenici duruşu seçti. Biri manastırlara kapandı, misyonerliğe soyundu, iyilik elçisi oldu, dua etti ve sabretti. Diğeri sahalar kurdu, silahlar üretti, sahiplendi ve daha güçlü olmaya meyletti.
Bir tarafın kainatı sahiplenişi ve sahibi gibi davranması nelere yol açar acaba?
Tanrı’yı kabul etmeyen ölümü kabul eder mi? Yasağı kabul etmeyen elmayı neden reddetsin? Onu sahiplenmeyi, gücünü pekiştirmeyi, hazzın içine gömülmeyi neden istemesin? Günah neden umurunda olsun, sevabı neden gözetsin? İyiliğin tanımını kendince yapar ve ona istediği kıyafeti giydirmez mi? Oluşun, bozuluşun, evvelin ve sonun tanımını istediği gibi yapar ve bununla Tanrılığının keyfini çıkarmaz mı?
Elçilerden önce Firavunlar, Kisralar ve Nemrutlar diledikleri Tanrı’nın temsilcisi ve yerdeki gölgesi olduklarını söylerlerdi halka, şimdikiler öyle yapmıyorlar diye Firavun sayılmaz mı sanıyoruz? Üstelik dayandıkları bir hâkim güce ihtiyaçları bile yok. Var eden ve yok eden sadece kendileri.
Artık elçilerin de sonu geldiğine göre kendi diledikleri Son’un müsameresini hazırlama peşindeler belli ki. Hesaba katmadıkları şeyse; elçilerin ve tohumların sahibi…