Sebep-sonuç ilişkilerine dayalı bir hayatta yaşıyoruz, o yüzden “neden” sorusuna varoluşsal anlamda cevaplar bulamıyoruz her zaman; çünkü yok. Varsa da anlayabileceğimiz bir cevap değildir muhtemelen. Yaratılışa getirdiğimiz bütün eleştirilerin temelinde bu nedensellik arayışı yatıyor.
Tanrı inancına mesafeli insanların aklında da hep aynı sorular dönüyor. İnsan ürünü mantıkla Mutlak Güç’ün eylemlerini sorgulayıp etik bağlantılar kurmaya çalışıyoruz. Bu da bizi asla O’na ulaştıramıyor.
Bu kadar çocuğun, bu kadar masumun ölmesine izin veren, bu kadar zulme göz yuman bir kudrete nasıl iman edeyim gibi sorular kendi içinde mantıklı olabilir; ancak mantık sadece neden-sonuç ilişkileriyle kısıtlanmış bu aleme özgü bir bağlantılar bütünü.
Neredeyse bütün kötülüklerin cezasız ve iyiliklerin karşılıksız kaldığı dünya hayatından ötede bir aleme, her hakkın yerini bulduğu bir diyara iman etmeden de mantıksız durumlara mantıklı cevaplar bulamayacağız belki de.
Her birimizin aklında farklı farklı özellikte Tanrı figürü olabilir, bu normal. İslam ise bunu bize bırakmadan Allah’ın özelliklerini Kur’an’da kendisi anlatmış ki bu karışıklıktan kurtulalım. Ancak tüm bu alemi, bu düzeni neden yarattığına dair net bilgi vermemiş. İnsanın yaratılışını anlatan kıssalar bizim varoluş sancılarımızı cevaplamaktan uzak kalıyor. Yaratılış amacımızı anlıyoruz belki; ama tüm bu düzenin ne diye var edildiğini merak edip duruyoruz. Bu kadar acının, iğrençliğin içinde insan kalmaya çalışıyoruz ve ister istemez “neden” sorusu kafamızda bir yerde duruyor, yani bende duruyor en azından ve belki de durmalı.
Tüm nedenlerin nedeni olan bir gücün yaratma eylemini mantık gibi insan ürünü olan kriterlerle kısıtlamaya çalışıyoruz; yanlış sorular sorunca da hakikate ulaşamıyoruz.
Kafamızı kurcalayan soruların cevabını muhtemelen bu dünyada da hiç bulamayacağız. Yine de bu ve benzeri sorular üzerine düşünmeyi faydalı buluyorum. Aksi takdirde çok daha basit konularda hemen manipüle edilmeye açık kişiler çıkabiliyor içimizden. Mesela savaştan kaçıp ülkemize sığınan ve bulduğu her işte çalışarak geçinmeye çalışan yoksul insanlara hain damgası vurup evlerini yakıyoruz -bazılarımız fiziken bazılarımız da zihnen yapıyor bunu- ama sadece daha çok para kazanmak, daha kaliteli yaşamak için şu an yaşadığı ülkeyi terk edip giden insanlarımız için “Ne iyi yapmış” diyoruz ki zaten tüm yeryüzü bizim evimizdir, gittiğimiz yer ahiretimizi belirlemez ama vatanseverliğimiz sadece belirli milliyetten olan güçsüz, fakir, gariban kişilere işliyorsa bunda bir tutarsızlık yok mudur?
Başka bir kitlesel/kütlesel yönlendirmeye de top oyunlarında rastlıyoruz. Sadece bir top oyununda bir milletin takımını yenince yüzlerce yıllık bir maziyi hatırlatıp olmayacak şekilde yorumlarla böbürlenebiliyoruz.
Belirli grupların yaptığı belirli eylemleri gerek ülke içinde gerekse ülke dışında o halkın tümüne genelleyerek tavırlar alıyoruz, düşüncelerimizi de bu toptancı bakışla şekillendiriyoruz.
Karışık ortamların okumasını çok iyi yapmalı ve özellikle eylem konusunda vereceğimiz tepkileri çok iyi seçmeliyiz. Bunun için de girift düşüncelere zihnimizi alıştırmalıyız. Zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Dünya hayatının kendisi zaten zorken bir de fitnenin her köşe başında durduğu bu diyarlarda durup düşünmeye vakit yok gibi görünebilir; ama vallahi var! Geçimimizi sağladığımız iş dışında vakit bulduğumuz diğer önemli konularımızı şöyle bir toplayalım ve sadece bunlara ayırdığımızın yüzde onu kadar süreyi, hem kişisel hem de toplumsal olarak yaşadığımız tüm olaylara, durumlara şöyle biraz geriden bakıp temiz bir “neden” sorusu sormak için ayıralım. İnanın önceleri kırmızı çizgi dediğiniz şeylerin hepsi gözünüzde küçülecek. Çocukken bunu her birimiz çok iyi yapıyoruz aslında, sonra yaşımız ilerledikçe sorgulama yeteneğimizi bile-isteye yok ediyoruz.