Resmiyetin o soğuk suratından kaçınmaya çalışarak yazacağım yazımı. Zira pazartesi sendromu diye bir şey varsa devlet var diye var. Şükürler olsun ki günlük, haftalık, aylık, yıllık planımı düzenleyen bir devletim var. Sabah hangi saatte uyanacağımı, akşam çocuğumu hangi saatte görebileceğimi düzenleyen bir devletim var Allah’tan.
Bu tür yazılarda Orwell’in “big brother”ından söz etmek bir “kanun” olsa da hiç girmeyeceğim. Zira adam yazdı ve yazdıkları çıkıyor diye biri de kalkıp “Ya bir dakika, bu distopya gerçek olmak zorunda mı?” diye başkaldırmamış! Ya da kaldırmış; ama indirmişler. Bin yıllar önce Platon’un “Devlet”inde geçen ütopya neden hala gerçekleşmiş değil, eşitlik neden yok, neden işçiler kanaat ettirilemiyor, yöneticiler neden bilge değiller diye kimse itiraz etmemiş ya da etmiş, icabına bakmışlar.
Sanırım bu durumun en büyük sorumlusu “Endüstri Devrimi”; çünkü onun başlamasıyla birlikte; devletin, bireyin, kurumların, işin ve takvimin tanımı bir kez daha düzenlenmiş. Endüstri devrimiyle birlikte Birey: İşçi, Kurum: İşlerin yürümesini sağlayan organizasyon ve Devlet: Organizasyonları kollara bölen daha büyük bir organizasyon olarak yeniden tanımlanmış. Zaman ise üretim için gerekli olan iş gücünü kullanma süresi olarak belirlenmiş. Bu denklemde hepimiz işçiyiz.
Hangi statü ve organizasyon şemasının içinde olursak olalım, bireysel tercihlerimizi dayatamadığımız sürece işçiyiz. Devlet yönetiyor olsak da, kurumda ya da herhangi bir fabrikada çalışıyor olsak da işçiyiz; çünkü yaşam takvimimiz bizim keyfimiz dışında işletiliyor. Ne zaman uyanacağımıza, çocuğumuzu belli yaşlarında hergün nereye götüreceğimize, bir kadın -ya da erkekle- nasıl bir hukukla yaşayacağımıza biz karar veremiyoruz. Devlet karar veriyor.
Devletlerin bu kadar güçlü olmasını asla arzu edebileceğimizi düşünmüyorum. Görüş alanı dışına çıktığımız (big brother) hiçbir yer, iznine tabi olmadığımız hiçbir işimiz, haber etmeden gidebileceğimiz hiçbir yerimiz yok zira. Ormanlar ve deniz kenarları izne dahil değil gibi görünüyor ama inanın iki günden fazla barınsanız hadise çıkar.
Otobüse, trene bilet, hastanede işinize barkod, alım satım işinize noter, su bağlama işinize sayaç, ısınma işinize hizmet maliyeti, çöpünüze vergi, alışverişinize fiş, çocuğun okuluna kayıt, evliliğinize nikah akdi, yurtdışına pasaport vize, mesire alanlarına giriş bileti, sahilde şemsiye, şezlong kullanmak vs. her şey izne ve bir tür gözetime tabi.
Devlet bizden herhangi bir şey için izin almıyor ama beş yılda bir “güya” seçtiğimiz vekiller bizim yerimize her kararı bize dayatıyorlar. Seçim demişken bu da büyük bir aldatmaca değil mi Allah aşkına! Birileri “halkın yönetimi” diye bir rejim icat etmiş, herkese devleti kendisinin yönettiği yanılsamasını yutturuyor. Tek kişilik oyu hiçbir partiye vermek istemiyorum dersem ne olacak? Kendim parti kuracağım ve tüm düzeni değiştireceğim desem… Yetti artık her adımımdan vergi aldığınız, üstelik verdiğim kadar alamıyorum desem? Anarşist mi olurum?
Türkiye için konuşursak; Muharrem İnce iki tarafa da mahkûm değilsiniz derken “iki tarafa mahkûm olmayanların mahkûm oldukları” taraf olmuyor muydu?
Hasılı devleti o kadar büyüttük ki icat ettiğimiz kuruma bağımlı hale getirdik koca insanlığımızı. O muhteşem insanlık “devletler adına” cinayetler, işkenceler, hukuksuzluklar, insanlık dışı eylemler, alabildiğine terör destekçiliği, ekonomik çökertmeler, iflasa mahkum etmeler, türlü zorbalıklar yaparken bunları “halkın tercihiymiş, kendi seçimimizmiş, insanlık adınaymış, beka adınaymış” gibi gösterip kolayca sıyrılıveriyor işin içinden. Hiç birimiz de çıkıp: Sen n’apıyosun be aptal devlet diyemiyoruz…
O kadar ki buradan bakınca İsrail’in Filistin’de, Çin’in Uygur Özerk bölgesinde yaptıkları ya da yüzyıllar boyu İngiltere’nin ve Avrupa devletlerinin dünyanın dört bir yanında uyguladıkları akıl almaz işkenceleri, kitle kıyımları “devlet” oldukları için yapabildiler. Peki herhangi bir İsrailli, Çinli, Avrupalı: “Ben bunu istemedim ki” diyebildi mi? Dediyse de kıymeti oldu mu?
Hitler’in yaptıkları da devlet eliyle idi, Münih Mahkemelerinde aynı yaptıklarından hesap sorulması da devlet eliyle. Peki hangisinin bizim seçimimizle olacağını nereden bileceğiz? Bizim seçimlerimizle daha vahşi eylemler yapmayacaklarını ya da…
Anne babamızı, akrabalarımızı, doğduğumuz coğrafyayı dahası bir sürü şeyi seçemiyorken acaba bizi yönetenleri seçebiliyor muyuz gerçekten? Yoksa tüm bu aptalca şeyleri bizim de parmağımız var diye susup izlememiz için mi “seçiyormuşuz” gibi gösteriyorlar?
Seçim denen bu komedi büyük trajedileri gizleyen bir illüzyon mu?