Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ökçeler” isimli hikayesini bilir misiniz? Bilmiyorsanız size özetleyeyim:

13 yaşındaki Hatice, 63 yaşında zengin bir ihtiyarla evlendirilir.

İstanbul ‘un en nadide semtinde çok katlı bir yalıda oturan Hatice’nin, koca denince aklına ihtiyarlık halleri geldiği için evlilikten nefret eder.

Kısa bir süre sonra kocası ölür ve Hatice hayatına dul olarak devam eder. Ama sağlığı yerinde ve başkaca işi de olmayınca tek işi ayağına geçirdiği yüksek ökçeli terliklerle yalısında o kattan o kata koşturup hizmetçileri kontrol etmek olur.

Tüm komşuları hizmetçilerinden bin bir şikayet ederken o bir tane kusur bulamaz ve bir gün hastalanır.

Doktor sorunun yüksek ökçeli terlik giymekten olduğunu söyler ve yüksek topuklu terlik giymeyi yasaklar. Artık düz ve yumuşak terlikler giyecektir. Ama o günden sonra hizmetçilerinin o vakte kadar görmediği en kötü hallerine şahit olur. Bir de her birini: “Aman! Hanımın şu hastalığı ne kötü oldu. Önceden topuklarının sesini duyardık, toparlardık kendimizi. Ama şimdi sinsice geliyor hiçbir şey duyamıyoruz, yakalanacağız” derken bulur.

Onları kovar başka hizmetçiler alır ama nafile. Rahatsızlığı geçmiştir ama eski huzuru kalmamıştır. En son çareyi tekrar yüksek ökçeli terlik giymekte bulur ve eski huzur dolu günlerine geri döner.

Çok eskiden okuduğum bu hikaye nereden aklıma düştü anlatayım:

Yenilerde okuduğum bir kitap çokça yeni nesil eleştirisi yapıyordu. Benim beynim tersten düşünmeye eğilimli. Diyor ki: “Gençlerin cinselliğe bakışları değişti, artık evlenmeyi düşünmüyorlar, günübirlik ve geçici ilişkileri seviyorlar.”  Önceki nesle göre yeni neslin ahlaki açıdan yozlaştığını anlatıyor.

Arada sadece bir nesil var; daha anneleri babaları hayatta. Bu kadar ciddi değişim için çok erken değil mi?  Ya da yaşanan şey değişim değil de, Hatice Hanım’ın ökçeli terlikleri sendromu mudur?

Ben bu okuduklarım üzerine şunları düşündüm. Dünyayı değiştiren nadir buluşlardan birisi de doğum kontrol haplarıdır. Hani bugün kadın adına konuştuğumuz meseleler var ya, biz hemen hepsini doğum kontrolünü bulduktan sonra konuşmaya başladık. Hani feminist olmalar, “çocuk da yaparım kariyer de” ler; “tek taşımı kendim aldım, kendim taktım”lar hep bundan sonra gelir.

Tanrısal bir güç elde ettiğini düşünen insan nesli, ayağına takılı olan en büyük prangalardan birini koparmıştır. Yeni nesle göre daha ahlaklı oldukları var sayılan atalarımızın korkulu rüyası bekaret ve evlilik dışı gebe kalmak değil miydi?

Yani ahlak olarak adlandırdığımız asıl şey korkularımız ve çekincelerimiz olabilir mi?

Köyündeyken mazbut ve muhafazakar olan kadının şehre gelince rahat, şuh, pervasız davranmasını nasıl özetleriz?

Felsefecilerin en fazla tartıştığı konulardan birisi “ahlakın kaynağı nedir?”

Nedir gerçekten ahlakın kaynağı? Din midir? Yasalar mıdır? Toplumsal baskı mıdır?

Felsefeci değilim. Ahlakın kaynağı nedir?

Tam olarak bilemem; ama seni hangisi adam ediyorsa o şemsiyenin altına gir, derim.

Benim ahlakımın kaynağı vicdan; içimdeki ses ise “Allah’ın sesi”.

Asıl konuşmamız gereken insanımıza Hatice Hanım’ın yüksek ökçeli terlikleri olmadan da nasıl ahlaklı kalabileceğimizi öğretmektir.


Kapak görseli: Parradee

Yorum yap