Telaşlı ve koşturmacalı bir günün ardından, Üsküdar’da akşam ezanını duyunca hızla yönümü camiye çeviriyorum. İnsanların gire çıka yıprattığı mermerlerin üzerinden dünyada yaşayan tek benmişim gibi, büyük bir telaşla geçiyorum. Çıplak ayaklarım mermerin soğuğunu alıyor, irkiliyorum. Gözüm mermerdeki oyuntuya takılıyor ama hızımı kaybetmiyorum. Aceleyle saftaki yerimi alıyorum ve “Allahu ekber” diyorum. Geçirdiğim günün hızına uygun davranmaya çalışırken imam kardeşimin hiç de acelesi olmayan kıraatı sarıyor camiyi. Ensesinden tutulmuş kedi yavrusu gibi hissediyorum kendimi. Hâlâ acelem var. Yaşam şekliniz bir süre sonra karakteriniz oluyor. Hızlıca yapmak istiyorum rükumu, secdemi. Ama hayır izin vermiyor imam. Yeni yürümeye başlamış yaramaz çocuk gibiyim. Ben acele ettikçe o tutuyor beni ve sonunda yavaşlıyorum.
Başlıyorum sorgulamaya. En son ne yapıyordum? Neredeydim en son? Şehrin tüm keşmekeşi geliyor aklıma. Hep birlikte nereye gidiyorduk biz? Bir Kızılderili bilgenin sözü geliyor aklıma: “Yavaşlayalım, o kadar hızlı gittik ki ruhumuz geride kaldı.”
İbadet ruh olmadan yapılan bir eylem değildir. Ya annelik, babalık, dostluk. Bu hız çağında hepsi yarım, hepsi arkada kaldı. Hayatımızda yüzlerce kişi var ama bir “ahretliğimiz” yok.
Hızın giremediği yerler de var. Ne yapsan kâr etmez. Hıza en ihtiyaç duyulan yerde yok olurlar. Biri hastaneler, birisi hapishaneler. Çentikler atarsınız aklınıza, zamanın hesabını tutabilmek için. Belki de bu yüzden eğitir insanı. Ruhunuzla karşılıklı oturursunuz. Sohbet eder ağlaşırsınız. Bazen duaya durursunuz, bazen körkütük sarhoş; gamlanırsınız. Çünkü hız giremez oralara. Hastanede servisin kapısı, hapishanede demir parmaklıklar; hızın, koşuşturmacanın, hayatın içinde kaybolmanın yüzüne kapanır aslında.
Ruhunuzun omzuna başınızı koyup ağlamanın zamanıdır şimdi.