Size hayatın en net üç gerçeğinden bahsetmek istiyorum. Doğum, hastalık ve ölüm…
Bir dostumun annesi ağır bir hastalığı bünyesinde ağırlıyordu.
Son günlerde zihnimin büyük bölümü bu konuyla meşgul…
Doktorlar zamanının kalmadığını söylemesine rağmen eve getirmeye cesaret edemediler.
Tüm aile uzunca bir süre hastane koridorlarında yatıp, kalktı. Yani ortada bir ilgisizlik hali yok.
Hastalık ve ölüm medikalleşti artık. Hayatın doğal bir parçası olmaktan çıktı.
Evden ve gözden ırak, bir doktor yardımında, makineye bağlı evinden ve yatağından uzakta, sevdiklerinin yüzünü göremeden…
Hani ölüm anında, iyi insanlara Azrail sevdiği insanın suretinde gelecek denir ya! İşte öyle.
Öte alemlere yolculuğa çıkacak insanın sevdiklerinin elini tutmaya, gözüne bakmaya, elinden bir yudum su içmeye hakkı vardır.
Bir hastane odasında, aidiyet kurmadığım, varlığımın ya da yokluğumun kendisi için bir anlam ifade etmediği kişilerin arasında, bir yudum suyunu bir şişe serumdan aldığım bir ölüm ne kadar sıcak olabilir? Ne kadar hayattan?
Peki ya doğum? Başka canlıların yaşamla ilgili donanımını gördükçe bu çağ insanının yetersizlik ve donanımsızlığı üzüntüye boğuyor beni.
İki çocuk annesi olarak kendim de dahil kimsenin doğumuna yardımcı olamam. Çünkü benim için doğum medikal bir olay.
Arkadaşım doğumdan kısa bir süre sonra çalışmaya başladı ve sütünü sağıp evdekilere bırakarak bebeğini besledi.
Onun için emzirmek medikal ve ağrılı bir iş.
Bir annenin bir ömür aklının en güçlü kayıtları bebeğini emzirirken onun bakışlarıdır.
Çağımızın en sık konuşulan korkulu rüyası yapay zekalar ve robotlar.
Doğumu narkoz, ölümü narkoz, yaşamı ağrı kesici ve antidepresan olan insan neslinin hayatı kimlere emanet?
Doğumuyla, ölümüyle baş edemeyen insanların çağı oldu bu çağ.
Ölümün, doğumun, hastalığın medikalleşmesi hayatın öğreticiliğine zarar veriyor.
Hastalığı bir savaş; ölümü mağlubiyet; doğumu operasyon; yası ve üzüntüyü depresyon; yaşlılığı utanılacak ve gizlenecek bir evre olarak görüyoruz.
Bu çağda en sık dillendirilen “gençlerin sesine kulak verelim” fikrine katılıyorum, ama bir yere kadar.
Biraz da hastaların, yaşlıların ve ölülerin sesine kulak verelim mi?
Aksi takdirde nasıl olgunlaşacak, doğru olana bir adım daha nasıl yaklaşacak, hayata nasıl çekidüzen vereceğiz?
Bir Amerikan rüyası olan çekirdek aileyle kopmadık mı hayatın tüm öğretici, kuşatıcı unsurlarından.
Dedesinin dizlerine oturup, onun pamuk tarlası sakallarını karıştırıp, hayatın ne kadar hızlı aktığının bilgeliğiyle dolmuyor çocukluğumuz.
Dedemizi ölüm döşeğinde görüp Neşet Ertaş’ın deyimiyle “öptüm, sevdim, helalleştim” deyip o kutlu yolculuğa şahitlik etmiyoruz.
Ayaklarımızı sağlam basacağımız hatıralarımız olmalı hayatta.
Bana ders oldu dediğimiz yaşanmışlıklarımız… Toprağa saldığımız köklerimiz…
Ölüm hali bunlardan biridir. Bir ömür neler yaşandı, neler söylendi unutulur da ölüm anında söylenenler mıh gibi aklımıza çakılır.
O son bakış, son sözler dünyayla ve ahiretle aidiyet kurmanın en güçlü yoludur.
Bizim nesil için bir film sahnesi belki…
Kefenini alıp sandığına koyan, arada çıkarıp, sevip o kutsal yolculuğa ruhen hazırlık yapan ve böylece yaşının olgunluğuna bürünen insandan; yaşlılığı utanıp gizlenecek bir kusur olarak gören insana evrildik.
Acı çekmekten korkarak, uyuşturan ilaçların kollarına bırakıyoruz aklımızı… bedenimizi…
Ve en nihayetinde hayatımızdaki en kutsal yolculuğumuza narkozdan uyuşan bir ruhla çıkıyoruz.