“Başka hiçbir şey bulamadığında acılarına sarılır insan.”
Henüz yirmi bir yaşında; “Napalm kızı” nın resmini çekmişti. Associated Press de genç bir Vietnam’lı muhabir olarak çalışıyordu ve çektiği bu resimle bir yıl sonra Pulitzer Ödülü alacağını bilemezdi tabi. Napalm kızı da on dört ay tedavi gördükten sonra kısmen iyileşeceğini, yıllar sonra doktorluk okuyacağını ve yirmi dört yıl sonra bombayı atan pilot John Plummer’la buluşacağını bilemezdi. Yıllarca psikolojik tedavi gördüğü halde iyileşemeyen, kabuslarla devam eden uykuları, pişmanlık ve azapla geçen bir yaşamı olan John Plummer’la. Geçen günlerde bir barış ödülü daha aldı Napalm kızı: Kim Phuc. Hem de ona o acıları yaşatan adamın gözlerinin içine; onu affettiğini belirten bakışlarla bakarak aldı.
Nick Ut, o fotoğrafı çekmese savaş biter miydi, bilinmez. Zira otuz yıldır devam ediyordu. O fotoğrafı Plummer görmese kendini dine verip papaz olur muydu, o da bilinmez. Acının beklenmedik yönlerinin sonradan görünür olması insanları dehşet verici şekilde uyandırıcı (awake, alert) olabiliyor. Tıpkı Aylan bebeğin sahilde uzanan cansız ve meleksi bedeni gibi. Tıpkı Dünya çocuk hakları gününde Arakan’lı babasının çuvalda taşıyarak nehirden karşıya geçirdiği çocuğun bakışları gibi.
Vietnam Sendromu en az kırk beş yıldır hayatımızda. Savaşta ölen Amerikan askeri sayısı ile bu sendromdan intihar eden Amerikan askeri sayısı neredeyse aynı. İsim öyle kondu ama onunla kalmadı tabi. Sonrasında “Posttravmatik stres bozukluğu” olarak yeniden adlandırıldı. Ruhsal travmaların insanları ne denli etkileyeceğine dair en çarpıcı örnekti Vietnam Savaşı. Ama ruhsal travmaların nedeni sadece savaş değildi tabi ki.
Ellili yaşların ortalarında kadın hastam geldiğinde bana Amerika’da elli bin askerin intihar ettiği, Vietnam’da bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü, otuz yıl süren kansız, vicdansız, ahlaksız, bir türlü bitmeyen bir savaşı hatırlatacağını bilmiyordum. “Nereden başlayacağımı hiç bilemiyorum” diye başladığı hikâyesini duyana kadar.
Babaları Almanya’da işçi olarak çalışan beş çocuklu bir ailenin ikinci büyük kızı olan hastam; henüz on dört yaşında iken eniştesinin tecavüzüne uğruyor. “Kardeşlerim uyanırsa onları öldürür” diye ses bile çıkaramadığını söylüyor gözyaşları içerisinde anlatırken. Bu olay, her şeyin başlangıcı oluyor sonradan. Nakliye işi yapan eniştesinin kamyonunun sesini her duyduğunda küçük ve güçsüz yüreğinde ne fırtınalar kopuyordu, kim bilir. Eniştesi eve geldiğinde türlü bahanelerle evden kaçma girişimlerinin, psikopat eniştenin oyunlarıyla bozulduğunu ve her defasında ona sessizce boyun eğmek zorunda kaldığını söylüyor. İki yıl boyunca devam eden aralıklı işkence ve tecavüzler, on altı yaşına girdiğinde bir zorunluluk ve süreklilik halini alıyor. Zira “evde ablana yardım edersin” bahanesiyle eniştesinin evine kapatılan genç kızımız; düğünsüz, duvaksız, kuşak bağlamasız, kız istemesiz “gelin”liğine böylece başlamış oluyor.
Öz ablasının “kuması” olarak başladığı “eşlik” yılları tam otuz beş yıl sürüyor. Adeta herkesin gözü önünde tecavüzle başlayan, zulüm ve işkencelerle devam eden otuz beş yıl. Ablasının öldürülmesi tehdidiyle, kendisinin ayarttığını söyleyeceği şantajıyla susturulduğu, ablasını değil kendisini dövsün diye vara yoğa olay çıkarttığı günler ve gecelerce geçen otuz beş yıl. Defalarca başkalarıyla da aldatıldığı (ve nedense bunu da dert edindiği), her gece sabahlara kadar devam eden işkenceleri sineye çekmek için; kendine, işkenceciye, dünyaya yabancılaşarak (dissosisasyon) devam eden otuz beş yıl. Her gün öldürme hayalleri kurarak rahatlamaya çalıştığı otuz beş yıl.
Zorla çalıştırıldığı, tüm parasının sömürüldüğü, kendine bir şey aldığında öldüresiye dayak yediği bu otuz beş yıl boyunca; ne iş yerinde herhangi birine ne de her gün geçtiği karakola şikayet etmeye cesaret edebilmişti. Bu şekilde geçirdiği yılların ardından; hepimizde doğal şekilde var olan ve kendimizi tanımlamaya, ifade etmeye ve saygı görmeye yarayan “kimlik duygusu” epeyce yara almıştı. Buna da “depersonalizasyon” diyoruz. Yani “kimliksizleşme”.
Kurduğu “kurtulma” hayalleri; O’ndan olan kızının düğününü “ sağ salim” hallettikten sonra gerçekleşme imkanı buluyor. Kızının yanına, damadının kanatları altına girerek bu canavarla en azından aynı çatı altında olmaktan kurtuluyor. Sonrasında geçmişi ve acısıyla yüzleşme ve “canavar”dan gerçekten kurtulduğuna emin olma süreci başlıyor. Sokakta gördüğünde tüm vücudunun titrediğini, karşıma çıkar korkusuyla nefessiz kaldığını söylüyor.
Posttravmatik vakalarda sıklıkla karşılaştığımız bir durum var: İşkencecinin adeta “Tanrı” olduğuna inanmaları. Onlara zarar verilemez diye inanmaya başlarlar. Onlar etkilenmez, korkmaz, yara almaz ve ölmez diye düşünebilirler. Bu da bize doğal olarak “Stockholm Sendromu” nu hatırlatıyor. Stockholm sendromunda rehine aslında aşık falan olmaz. Her şeye üstün gelen gücün, kurtarıcı ve cezalandırıcı olanın işkenceci olduğuna inanılır. Kendisinin kaderinin, kurtuluşu ve mutluluğunun; acısının dinmesinin onun ellerinde olduğuna inanılır. Mağdurun kendisine yönelttiği bakış ise tam da işkencecinin bakışı gibidir: Çaresiz, yalnız, kimsesiz ve zavallı.
Bu durumda iken öncelikle bu yanılsamayı fark ettirmeniz ve işkencecinin Tanrı, kendisinin de “zavallı” olmadığına inandırmanız gerekir. Yaşadığı olayların sorumlusunun –canavarın- patolojik özelliklerine, mağdurun ise travmatik etkilenmelerine ışık tutarsınız. Yani olayı “derealizasyondan” çıkarıp realize edersiniz.
Bu ilk adımlar çok önemlidir zira hasta otuz beş yılın ardından ilk kez gerçek bir yardım alma arayışına girmiştir. Pişman olmaması, güven duyması ve yara almış kimliğini yerine oturtması gerekmektedir. Kendisini; kimliğini çepeçevre saran “kurban psikolojisinden” kurtarması gerekir.
Travmanın sadece zarar görme etkisinin olmadığını; güçlendire de bildiğini tarihten, ya da bilindik vaka örneklerinden hareketle anlatabilirsiniz. Öyle ya Dünya tarihi aynı zamanda “travmalar tarihi”. Aushwitz kampı, Vietnam savaşı, Kamboçya katliamı. Suriye iç savaşında milyonlarca kişinin travmatize edildiği; şanslı olanların oradaki tecrübelerinden de yararlanarak insanlığa yardım için çalışmalar yaptığını, kurbanlara rehabilitasyon işine dört elle sarıldığını örneklerle nakledersiniz. Bu yolla, kendi yaşam hikayesindeki tek vurgunun “ kurban olmuş olma” durumundan çıkıp başka hikayelere dönüşebileceğini fark ettirirsiniz. Dünün mağdurlarının bugünün psikologları, psikiyatristleri, politikacıları, vakıf kurucuları olduğunu örneklendirirsiniz. Böylece hasta kendisine yeni bir hedef seçme yahut rövanş alma beklentisi içine girebilir.
Sadece bunu yapmazsınız elbette. Hikayeyi “kurban” diliyle duyumsanmış, özümsenmiş olmaktan çıkarıp yeni baştan ve objektif, “Sezar’ın hakkını Sezar’a” vererek kurgularsınız. Kimi yerde imajinasyon kurgulamasıyla hastaya “katarsis” yaşama fırsatı verirsiniz. O’na karşı bir duruş, tavır sergilemesine yardımcı olmak için “boş sandalye tekniği”ni, “mektup” yöntemini uygularsınız.
Sonrasında sokakta onu gördüğünde içini kaplayan “korkunun” yerini gerçek bir öfke ve intikam duygusunun aldığına şahit olursunuz. Bu; tam da ilk iyileşme belirtileridir.
Sonrasında “Kim Phuc” un yaptığı gibi vakıflar kurarak kendi durumundaki on binlere gönüllü yardım etmeye, Victor E. Frankl gibi varoluşçu bir ekol kurmak yöntemiyle tüm hastalara yardım etmeye benzer bir amaç hedefleyebilir.Hastam ise kitap yazmak istediğini ve bu yolla kendisi gibi olan genç kızlara karşı uyanık olunmasını sağlamayı hedeflediğini söylemişti. Bunu söylediği sıralarda sahile yakın ferah bir kafede, kitap çıkarmak için gerekli olan parayı toplamak için tam zamanlı olarak çalışıyordu.
Hasılı ; bazen bir terapi seansı, dünya tarihinden kesitlerin verileceği, otuz yıl süren bir savaşın konuşulabileceği bir platforma dönüşebilir. Ta ki sarıldığı acılardan sıyrılıp acılara sarıldığı o kollarla yapabileceği yeni ve güçlü bir şeylerin olduğunu keşfetsin.