İlahi mesaj daha geniş coğrafyalara ve sonraki zamanlara nasıl ulaşabilir? diye düşündüğümde hep şunu diyordum: Peygamberler büyük devletlere gönderilse idi ve Risalet o devlet üzerinden devam etseydi; ilahi vahyi daha çok kişi duyacak ve sonraki nesiller de bundan daha rahat haberdar olacaktı.
Ancak iki nedenle yanıldığımı fark ettim.
1. Peygamber, devlet veya kurumlar ile muhatap olduğunda mesajın içeriğinden ve insan şahsiyeti üzerindeki etkisinden ziyade “devlet” ve “kurum” olmanın iç mantığı ön plana çıkmakta ve mesajın içeriği arka plana düşmektedir. Hâlbuki vahiy daha çok insanın kişilik ve karakterini hedef almakta ve insanın içten değişmesini arzulamaktadır.
2. Söz konusu devlet olduğunda (M. İslamoğlu’nun tabiri ile) “Sözün Gücü” yerine “Gücün Sözü” önem kazanmaktadır. Güç ise çoğu zaman, sözü dinlemek yerine sözün sahibini yok etmeyi öncelemektedir. Bu süreci özellikle Hz. İbrahim ve Hz. Musa’da görebiliriz.
Devleti ve merkezi yapıyı muhatap alan Peygamberlerden Hz. İbrahim, Hz. Yusuf ve Hz. Musa örneği üzerinde durulduğunda:
• Peygamber, kurumsal yapı ve devleti muhatap alacağı zaman
• Peygamber, Devlet ve merkezi otoritenin saldırısına uğrayacağı zaman
Sürecin ilerleme şekli ve İlahi müdahale şekli değişmektedir.
Hz. İbrahim’in (a.s.) Risâlet’inde Devlet ile arasında bir köprü olarak babası Azer’in bulunması.
Azer’in varlığı kendisinin devlet nezdinde dikkate alınmasına neden olmuştur. Hakikati dile getiren, sıradan, tanınmayan bir kişi değildir artık.
Hz. Yusuf’un (a.s.) Risalet’inde Devlet nezdinde kabul görmesi ve diyalog ortamı için köprü vazifesi görecek bir yöneticinin olması (Onu satın alan vezir/danışman/bürokrat/idareci Potifar) ve onun üzerinden saray ile irtibat kurması. Mısır’daki Hz. Yusuf da hakikati dile getiren, sıradan, tanınmayan bir kişi değildir artık.
Hz. Musa (a.s.) bebek iken Firavun’un karısı Asiye’nin vasıtası ile evlatlık olarak saraya girmiş ve orada bir nevi Prens olarak büyümüştür. Mısır’a bir Peygamber olarak döndüğünde Hz. Musa da hakikati dile getiren, sıradan, tanınmayan bir kişi değildir artık.
Her üç Peygamber de Risalet’ten önce öncelikli olarak kişilikleri ile değil devlet tarafından kabul görecek bir kurumsal referans ve olay ile tanınmışlardır.
Tebliğin yürütülme sürecinde öncelikli olarak insan insana bir tebliğ süreci yürütülmemiştir. Saray tarafından fark edilmesi ve dikkate alınması, hayatının koruma altında olması noktasında İlahi bir müdahalenin var olduğu ve bu vasıta ile Peygamberin koruma altında olduğu fark edilir.
Hz. Yusuf’un Risalet sürecini etkileyecek şekilde çocukken rüya görmesi, kardeşleri tarafından kuyuya atılması, kuyudan çıkarılıp Mısır’a götürülmesi ve orada satılması, satın alan kişinin ise saray görevlisi olması, Hz. Yusuf zindanda iken döneminin Firavun’un gelecekte meydana gelecek kıtlık ile ilgili rüya görmesi ve bunun üzerinden saraya danışman olarak dönmesi…
Hz. İbrahim’in ateşe atılması ve sonrasında ilahi bir koruma ile kurtulması ve Filistin’e gitmesi…
Daha bir bebek iken saraya giren ve sonrasında ayrılmak zorunda kalan Hz. Musa’nın Asa ve Yed-i Beyza Mucizesi ile Mısır’a geri gelmesi ve büyücüleri yenmesi, Mısır’ın afetlerle sınanması, Kızıldeniz’in ikiye yarılması, Hz. Musa ve kavminin peşine düşen Firavun ve ekibinin denizde boğulması…
Tüm bu müdahaleler ve olağanüstülükler üzerinden anlıyoruz ki, söz konusu devlet ve kurumsal yapı olduğunda gündelik insan insana ilişki, kişilik, karakter ve duygusal bağlar haricinde yöntemler kullanılmakta ve süreç takip edilmektedir.
Risaletlerinde güçlü devletlerin ve merkezi otoritenin olduğu Peygamberlerde gördüğümüz başka bir fark da şudur: O devletlerin bünyesinde daha büyük ve kitlesel zulümler olduğu halde bazı peygamberlerde gördüğümüz helak edilme olayı gerçekleşmemiştir.
Lut kavmi, Ad ve Semud kavmi, Hz. Nuh’un kavmi bazı inananlar hariç toptan helak edilmiş ve yok olmuşlardır. Hz. Yunus’un kavmi son anda helak olmaktan kurtulmuşlardır.
Ancak Firavun ve Nemrut ilahi bir müdahale ile öldükleri halde kavimleri toptan helak edilmemişlerdir.
Bu konu da araştırılmaya değer bir konudur bence.