Şükür dedi genç adam, İstanbul’un meşhur otogarı Harem’den Niğde otobüsüne bilet almış ve artık memleketinde çalışacak olmanın verdiği rahatlıkla.
En arka sol koltuğu tercih etmişti. Sakin ve yalnız olmayı seviyordu. Otobüs gelir gelmez yerine geçti. Memlekete gidecek olmanın heyecanın yanında otogarların sigara dumanlı, puslu ve bol ayrılıklı havasına katlanamıyordu. Bir de bunların üzerine gelen geçen otobüslerin egzoz dumanları ile harem kıyılarından gelen yosun kokuları onu erkenden koltuğuna yerleşmeye itmişti.
İstanbul’a ilk geldiği günü hatırladı birden. Pek bir heyecanlıydı, çocukken okuduğu masallardaki pembe bulutların üzerinde gibiydi. Özellikle ilk cuma namazını Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii’nde kıldığında “İyi ki tayinim bu şehre çıktı” demişti.
İlk memuriyetine İstanbul’da başlamıştı. Anadolu’nun kendisine kattığı samimi duygular onda İstanbul için onulmaz bir sevgiye dönüşmüştü. Bir de tarihi geçmişi, onun gözünde İstanbul’un büyüsünü daha da artırmaktaydı. Küçüklüğünde okumuş olduğu Yavuz Bahadıroğlu’nun akıncı romanları onun tarihe bakışını değiştirmiş, bir nevi kendini o romanlardaki akıncılar gibi görmüştü. Şimdilerde tarihe kuru bir hamasetle bakmasa bile hem kendi geçmişine hem de insanlığın ortak tarihine derin bir saygı duyuyordu.
Niğde’den ilk çıkışı Gazi Üniversitesi Spor Bilimleri’ni kazanıncaydı. Tabi o zaman daha bir genç olmanın, ilk kez gurbete çıkıyor olmanın ve sıla duygusuyla ilk kez karşılaşıyor olmanın hüznü farklıydı. Belki de bu sebeple İstanbul’a gelirken yoğun bir gurbet hissi yaşamadı. Artık tarihi yerler merakından mıdır, yoksa ikinci kez dışarı çıkıyor olmanın verdiği bir tecrübe mi, ya da tercihiyle ataması olduğundan mıdır bilememişti. “Bu çıkış çok daha iyi oldu” diye iç geçirdi. Hem öğrencilik hayatı gibi maddi açıdan buhranlı da geçmeyecekti. Ailesinden para beklemek yerine bilakis para bile gönderebilecekti. “İstanbul’dan oğlum para gönderdi” cümlesi yanında zikredilmiş gibi rahatladı ve iç huzuru yerine geldi.
İstanbul’a geldiğinde görev yapacağı okula gitmeden Üsküdar’ı iyice tanımak için keşif duygularını perçinlemiş ve sanki bölgenin önde gelenlerinden biri gibi sokak sokak, dükkân dükkân Üsküdar’ı gezmişti. Üsküdar’ın birçok yerini gezdikten sonra Hâkimiyet-i Milliye Caddesi boyunca yürüyüp babasının mesleği olan gümüşçüleri görünce onlarla muhabbet etmeye çalıştı. Çalıştı zira muhabbete girmek zor oluyordu. Bu insan selinin içinde herkesin birbirine güvensiz baktığı bu sokaklarda “öyle selam vermek için uğradım” demek hiç tanınmayan biri için oldukça zordu.
Valide-i Cedid Camii’nin hemen yanıbaşında vitrininde asılı kehribar tespihleri olan ve kapının önüne iki taburenin atıldığısarraf dükkânını babasının dükkânına benzetti. Bir hevesle içeri dalarak: “Efendim selamünaleyküm, ben Yavuz. Buraya Zeynep Kâmil Lisesi’ne öğretmen olarak yeni atandım” diyerek girdi konuya. Tezgâhta oturan sert bakışlı 65-70 yaşlarında kır sakallı amca kalın bir ses tonuyla “ve aleykümselam” dedi çayını karıştırırken. Sağ taraftaki tezgâhta ayakta bekleyen, ince belli çay bardağı elinde, deri yelekli, uzun boylu, hafif toplanmış bir sakalı ile simsiyah saçlara sahip kişi “buyur kardeş nasıl yardımcı olalım sana” deyince Yavuz’a bir rahatlama gelmişti.
Bu rahatlamayla beraber “öyle bir selam vermek için girdim. Babam da gümüşçüdür benim. Niğde’de Sungurbey iş hanında dükkânı var. Orada o da gümüş alır, parlatır, tamir eder, satar.
“Oooo kardeş gel gel içeri buyur, hele bir çayımızı iç. Kopup gelmişsin Anadolu’dan, henüz bozkırın kokusu üzerinde, dinleyelim seni biraz.” cümlesinin sıcaklığıyla ikili ilişkiye dönüşmeye başlamıştı. Uzun yıllar, Yavuz ve Kadir arasında sürecek dostluğun ilk cümleleriydi bunlar.
Yavuz Öğretmen’in gümüş ustası Kadir’e olan samimi yaklaşımı bir dostluk ateşi yakmış ve bunu çayla taçlandırmışlardı. Üsküdar’da belki de İstanbul’da ilk ve son dostu olmuştu Kadir.
Kadir, Yavuz Öğretmen için bir nevi İstanbul rehberi olmuştu. Şehrin tüm inceliklerini anlatan…
Boğaz’ın ılık meltemini de ilk Kadir’le tanımıştı mesela. Sonra sahildeki Mihrimah Sultan Camii’ne ilk onunla gitmişti. “Her ne kadar bizim Sungurbey Camii kadar eski ve tarihi değilse de” deyip memleketçilik yapmaya kalkışsa da yine de Mihrimah’ın eteklerinde oturup, göğsünden dökülen pınardan abdest almak, bukle bukle saçlara benzettiği çınar yaprakları altında soluklanmak her seferinde iyi geliyordu Yavuz Öğretmen’e.
“Yahu Kadir iyi ki sizin dükkâna girmişim o gün, selam vermişim ve iyi ki sen de çaya buyur etmişsin. Senden başka arkadaşım da olmadı. Bir seni kazandım. Koca İstanbul’da sen de olmasaydın iyice yalnız kalırdım.“ deyince, Kadir:
“Eyvallah güzel dostum; kimsesizlerin de bir kimsesi var. Bir kimsesize yine bir kimsesizi gönderen biri var. Yeniden insanlığın umudunu yeşerten biri var, insandan insan doğuran birisi var. Hamd da teşekkür de ona” dedi.
Bak şu boğaza görüyor musun? Karşılıklı geçen vapurları, vapurlardan inen insan selini, o vapurları takip eden martıları, rıhtıma vuran dalga sesini duyuyor musun? Onlarla olan dostluğum daha kadimdir benim. Dükkânı açmadan evvela buradayımdır. Selam vermem gerekenler var. Martılar selam olsun size, yüzümü okşayan meltem sana da selam olsun. Vapurlar size de iyi mesailer. Sağlıcakla gidin gelin. Akşam dükkânı kapadığımda da her birine hayırlı akşamlar efendim der öyle geçerim evime. Ya onlarda olmasaydı? Tepeleme yaşayan bu insanların içinde içten bir muhabbet nerede bulurdum?
Hayran hayran dinliyordu Yavuz. İnsanlara karşı bu kadar mesafeli oluşunu anlayamasa da yine de Kadir’e katılıyordu. Zira Zeynep Kamil Lisesi’ne geleli iki yıl olmasına rağmen iş ilişkisinin ötesine bir türlü geçememişti kimseyle.
Dedesinin “muhabbetten hâsıl olduk hepimiz” cümlesi geldiaklına. “Buralar neyden hâsıl oldu ki, buralarda muhabbet olmuyor?”
Kadir çok iyi çay demlerdi. Kuralcıydı da biraz. Soğuk demlerdi çayı. Altı kaynayınca kapatır çayın onun ısısıyla demlenmesini beklerdi. Bu zaman aralığını da kendince otuz dakika olarak belirlemişti. Hiç acelesi yoktu. O bu hayatı yavaş yaşayanlardandı. Nusaybin’den getirttiği kaçak çayla Rize çayını karıştırır, beni de sıklıkla Rize çayına benzetir “bak seni katıyorum” derdi. “Ya hu benzetme beni Rize’ye de çayına da” desem de “yok yok” derdi. Sen tatsın, ben renk. Sen tat bırakırsın geçtiğin yerlerde, ben ise ilgi çekerim sadece rengimle derdi mütevazı Mardinli telkari ustası Kadir.
Bu sözler ile utanır kafamı yere kadar eğer, dükkânda hazin hazin erirken, elini enseme koyar: “Mihrimah’ın eteğinden fıstık aldım, çayla iyi gider, hadi kaldır başını, uyumanın sırası mı?” diye utandırmadan çaya kaldırırdı.
“Ee o zaman Yavuz hocam sen Rize çayı ben de kaçak çaysam, bu fıstık kim ola ki acaba derdi tebessümle”
Tezgâhın arakasındaki Talâl’i görünce, “Talâl’den başka fıstık mı var? Allah’ın seversen” der dükkânın küçük Halepli çırağıyla makara yapardık.
İlk Kadir’le beraber bakmıştık rıhtımdan Mihrimah’a. Eteklerindeki ışıklara, göğsünde rahmet pınarı gibi sunduğu sebile, dalga dalga iki yana düşen saçlarına. İlk ondan öğrenmiştim Mihrimah’ı böyle tasavvur etmeyi.
Üsküdar’da, rıhtımdan karşıya bakmayı hep yapmışımdır ama bir şehir analizi çıkarmayı ilk onunla yaşamıştım. Bir yandan Beşiktaş’ın rezidanslarını seyrederken sol tarafa doğru küçülen bina boyları, sahile doğru zevk mekânlarının artışı, sahil boyunca sıra giden yalıların nasıl değerlendirileceğini yine Kadir’den öğrenmiştim. Hep farklı bir nokta buluyordu bakacak. Durduğu yer hep farklıydı. Aynı olsa bile farklı.
Bir gün yine Kadir’le beraber rıhtımdan karşıyı bu sefer Sarayburnu’nu seyrederken telefonum çaldı. Arayan babamdı ve annemin hastaneye kaldırıldığını söyledi. Önemli bir şey olmadığını sakin olmamı, müsait bir zaman bulunca gelmemi istedi.
Babam da Kadir gibi ruhu yavaş bir insandı. Gerçi ikisi de gümüşçü, meslekten midir nedir? Bu durum beni çok kızdırıyordu. Bu aşırı sakin ve sükûn haller… “Hâsılı ne oldu da hastaneye kaldırdınız hele anlat” dedikçe “seni görmek istedi oğlum” dedi “tamam babacığım ver bakalım telefona birsesini duyayım.” Umarım kötü bir durum yoktur kaygısıyla, ellerim titreyerek, gözlerim dolu ve ağlamaklı, korka korka…Tansiyonu düşmüştür, şekeri çıkmıştır yani bünye yaşlı etkilenmiştir bir şeyden, olabilir düşünceleriyle telefonun diğer ucunda annesinin sesini duydu.
–Guzum, Yavuz’um nasılsın?
–İyiyim anacım elhamdülillah, beni boşver, sen nasılsın, hayrolsun ne oldu da hastaneye gittiniz?
–İyiyim guzum bir anda halsiz kaldım elim ayağım boşaldı bayıla kalmışım sağolsun komşu Fatma’nın oğlan getiriverdi hastaneye şimdi baban da geldi başımda sağ olsun. Ben iyiyim emme kan aldılar. Tahlil sonuçları çıkmadan salmayacaklarmış. Bir şeyim yok guzum Allah’ın bu gününe hamdolsun bak geleyim neym deme vallahi. Baban seni görmek istiyor ney dedi ama bakma sen babana. İyiyim zaten ben, hem yaza ne kaldı 2 ay sonra gelecen zaten, emme şimdi zahmete girme.
Cümlelerin ardı arkası bitmeyen tembihler Yavuz için normaldi, annesi herkes için zahmete girer ama onun için kimse zahmete girsin istemezdi.
Peki, annecim sen iyi ol inşallah ben sık sık arar kontrol ederim şimdi iyice dinlen tamam mı?
Dedi ve sonra telefonu kapattı.
Daha sonra babasını tekrar aradı;
“Oğlum ben de seni arayacaktım. Annenle beraberken rahat konuşamam diye dışarı çıktım. Oğlum doktor bir şeylerden bahsediyor. Kötü huylu falan bir şeyler dediler ama ben de pek anlamadım, yani burada şimdi dükkân da var. Hocalarla tam anlaşamıyoruz da. Sen bir gelsen doktorlarla bir görüşsen…Şimdi annen maşallah dipdiri duruyor. Ama nasıl olacak bilmiyorum bir sağını solunu ayarlayıversen de gelsen.
Diye konuşunca Yavuz olduğu yerde kala kaldı. Sırtında Kadir’in elini hissetti sendeleyince Kadir onu sırtından tutmuştu. Yavuz ne diyeceğini bilemez halde biçare kalakalınca…
Kadir telefonu eline alıp:
Diyerek hafakanlı ortamı dağıtmaya çalıştı Kadir. Selamlaşarak Allah’a emanet olun temennileri ile kapattılar telefonu.
Boğaz’daki bankta oturduğu yerde öylece kalan Yavuz hala kendine gelememişti. Gözleri dolu dolu boğazdan geçen gemileri seyretmekteydi. Belki gemileri görmüyordu bile, bir anda binalara, yapılaşmaya, vapurlara, tarihi yarım adaya, martılara hatta Mihrimah’a bile yüklediği anlam yitip gitmişti sadece Kadir ve onun dostluğu vardı.
Diye devam etti Kadir.
Daha önce hiç abi dememişti Kadir’e. İlk defa çıktı ağzından bu kelime. Kadir sık sık kullanırdı bu kelimeyi ama yöresel bir ağız, der geçerdi. Acaba ben şimdi neden kullandım ki? Ya ağız olarak Kadir’e benziyorum ya da abi sıcaklığı ihtiyaç anında hâsıl olurmuş. Zor zamanlarda yaptığın karakterindir.
diyerek koşar adım çıktı Kabzımal Sokak’ta iki yıl önce kiraladığı pembe binanın giriş merdivenlerinden. Oturduğu daireden bakınca sağda kilise, solda cami vardı. İşe de yürüyerek gidip gelebiliyordu. Hem sahile hem okula hem de Kadir’in dükkânına yakındı. Zaten Kadir bulmuştu bu evi, birçok eşyayı bulduğu gibi. Çok oyalandığını fark etti. Kadir’in acelesi vardı bu sefer, o serinkanlı adam bu sefer aceleci kesilmişti. “Allah’tan Kadir var, yoksa ne yapacağımı bilemez bu durumu yönetemezdim.” dedi. Küçük spor çantasına birkaç çamaşır, pantolon, çorap koyduktan sonra çantaya indi merdivenlerden.
Kadir:
Yavuz da annesinden geçmiş mahcubiyetle
Derken Kadir böldü cümleyi,
…
Uzunca süredir sessiz kalan ortamı bu cümlelerle bozmaya çalışan Kadir, pek başarılı olamamıştı. İstanbul’un çıkışına kadar gelmiş olmalarına rağmen tek kelime dahi etmeden gelen Yavuz hocayı bir şekilde farklı bir konuya çekmeye çalışıyordu ama zihninde annesinin hüznü çok tazeydi. Kadir,Yavuz’u konuşturamayacağını anlayınca “Yolun bereketine, haydi bismillah “ diyerek yaranın üstüne yürüdü.
Bak yolculuk içerisinde yine bir yolculuktayız. Yol adamı terbiye eder, geliştirir. Yol yolun farkında olanı, gittiği yolu bileni, bilerek bil yol gideni geliştirir. Hepimiz bir yolculuk ile başladık serüvenimize yine yol içinde yol giderek devam ediyor sürgünümüz. Sürgün diyorum zira dâr-ı bekâ’ya her gün bir adım daha yaklaşıyoruz. Tıpkı her kilometrede Niğde’ye yaklaştığımız gibi.
Bebeğin ağlayarak doğması eski yurdundan kopuşunadır aslında. Yeni yurdunu bilmez. Sonra yeni yurduna öyle bir tutunur ki bu yurdu bırakacak olma ihtimali bile korkutur onu.
On iki yaşımdaydım. Babam Seydaye Mele Kasım İstanbul’a yerleşmeye karar vermişti. Biz bu durumun henüz ne sebeple olduğunu kavrayacak yaşta değildik. Ama annem bu durumu aklı ve gönlü ile kavramış olacak ki ağır gelmiş ona. Toparlanma telaşı içerisinde fenalaştı ne olduğunu dahi kavrayamadan vefat etti annem. Doyamadım kendisine…
Her göç ağırdır. Ata toprağını bırakmak, analardan aldığın ocağı terk etmek her zaman ağır gelir ancak bu göç daha bir ağır olmuştu. Mirası, kültürü, anılarıbıraktığımız gibi bir de annemi orada bırakmak göçlerin en ağırı gelmişti bize. Onu orada bırakıp İstanbul’a yerleşmek bir medeniyeti tarihin tozlu sayfalarında bırakmak gibi geldi.
Geleneğimizin problemi kadını yadsır ama anayı kutsar. Ben annemden başladım kutsamaya. Annemle öğrendim kadını ve kutsiyetini. Öyle ya Allah’ın adından ad verdiği birisi o. Rahim ismi şerifinin tecelli ettiği, kadının bünyesinde hayat bulduğu bir isim o. Dünya hayatının başlangıç yeri. Mürebbiyem, annem, doyamadım anneme… Tıpkı İslam medeniyetinin VII. yüzyıldan sonra parlayıp XV. yüzyıla kadar hayat bulup sonraları yavaş yavaş erimesine üzülen dünya halklarının İslam medeniyetlerine doyamaması gibi doyamadım.
Eserler bıraktı annem. Bir El Hamra sarayı, bir Süleymaniye, bir Emevi Camii gibi değil belki ama Kuşkonmaz Camii gibi rüzgâra karşı durabilen eserler bıraktı. Bir İpek yolu gibi bir Baharat yolu gibi değiliz belki ama biz de bir yol olduk geçmesini bilenler için bu yolculuğun içinde.
Bir Niğde, Halep, Diyarbakır, Mardin, İstanbul gibi şehir medeniyeti inşa etmedi belki ama erdemli insanların yaşayabileceği kurallar manzumesi yarattı. Ancak erdemli insanların gönüller inşa edebileceğini ispat etti. Bu sebeple Niğde’yi de Mardin’i de İstanbul’u da birbirine gönüller bağladı. Gönül köprüleri kurduk. Bir Mimar Sinan’ın yaptığı İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan Kanuni köprüsü gibi ya da muhite adını veren Mimar Hayreddin’in yaptığı Mostar gibi köprü olamayız belki ama bu çürümeye yüz tutmuş medeniyetin içerisinde belki biz de bulunduğumuz muhite yeni bir isim verebiliriz. Ya da doğudan gelen ışığı batıya taşıyıcılar olabiliriz. Annem belki yaşasaydı ve yine o günler ki gibi beraber olsaydık bu ihtimaller daha güçlenirdi gibi geliyor. Ancak kendisi tohum ekti, yeşermesini göremeden gitti. Umarım bende yeşermiş bir vaziyette yanına giderim
İşte bu sebeple kardeşim kadınların hastalanması, yaralanması, elden düşmesi, ölmesi beni çok etkiler. Bir kadının düşüşünü El Hamra’nın yıkılışına benzetirim. Bir kadının bu hayattan gidişini Müslümanların Gırnata’dan çıkışına benzetirim. Var olan çağları etkileyen bir ahlak, erdem ve akıl üzere inşa edilmiş medeniyetin yitip gitmesine benzetirim.
Bir annenin ya da bir kadının hastalığa yakalanmasını kadim medeniyet Mısır’a İngilizlerin gelişine benzetirim. Hastalıklar da onlar, onlar da hastalıklar gibi sessizce yıktılar Mısır’ı. Tıpkı annem gibi. Kansermiş annem,Akciğer kanseri. Hiç bilemedik ki, fark edemedik. Nasıl bilebilirdim zaten henüz 12 yaşında yaşadığım yeri bile kavrayamazken annemin hastalığına nasıl vakıf olurdum. Annemi sorduklarında “vefat etti” diyorum. “Aa çok üzüldüm, çok gençmiş” diyorlar. “E peki nesi vardı?” Dediklerinde “Mısır hastalığı” diyorum. Anlamsız bakıyorlar. İnternetten arama yapıyorlar bir şey bulamıyorlar. Ama bu, Mısır hastalığından vefat eden annemin teşhisini değiştirmiyor
Üzdüm galiba seni ama aklıma annem geldi. Kaybettiğim medeniyetim… Şükür, ama acı insanı pişirir, hüzün aşka yolcu kılar, konfor ise insanı çürütür. Bizi konforlu hayatımızdan çıkarana şükür… İlerdeki istasyonda durup bir şeyler atıştıralım mı kardeşim? Sonra yanımıza birer kahve aldıktan sonra devam ederiz.
Hususi tercih değil ama daha çok anlamlandırabildiğim müzikleri dinliyorum. Mesela popüler kültürün dayattığı müzikleri dinlemiyorum. Yabancı, İngilizce müzikler dinlemiyorum. Zaten dilim yok anlamıyorum da.
Gülüştüler, karşılıklı iyi gelmişti bu konu değişikliği.
Atıştıracak bir şeyler aldıktan sonra, sıcak kahveleriyle birlikte tekrar arabaya yöneldiler.
…
Abi dünya benim için sevilecek şeyler haznesi… Doğası, insanı, hayvanı, börtü, böceği… Ben annemden öğrendim sevmeyi. Sevmeyi annem öğretti bana. Çevremdeki birçok şeyi annem gibi sevmesem de annemin öğrettiği gibi sevdim. Çıkarsız, beklentisiz, yaratılış amacına uygun olarak sevdim. Suyu sevdim, hayatı ayaklarımıza kadar getirdiği için. Suyu elime döken kurnayı sevdim. Bir çiçeği sevdim. Bir karıncayı “bile” demeden sevdim. Annem “bile”siz severdi. Ben de bile demenin yük olduğunu ondan öğrendim. Bile yükünü annemle kaldırdık omuzlarımdan.
İlk üniversite için yanından ayrıldığımda yapayalnız kaldığımı hissettim. Ama öyle olmadığını onun içime bir sevgi koru bıraktığını fark edince nerede olursam olayım yalnız kalmadığımı gördüm. Komşu komşunun külüne muhtaç derken herkes, annem komşu komşunun koruna muhtaç derdi. Kül değil yanacak bir kor bırakmamız gerekir gönüllere derdi. Bu nedenle şimdi kendimi çok suçlu hissediyorum. O gönlüme bıraktığı sevgi koru ile beni hiç yalnız bırakmadı ama ben onu yalnız bıraktım şimdi bana ihtiyacı varken bile uzağım. Gönlümdeki kor artık içimi yakıyor.
İstanbul’a gelince öğrendim. Yetişememe hastalığı diye bir hastalık varmış. Aynı senin bahsettiğin gibi tıbbi terminolojide bir karşılığı olmayan mısır hastalığı gibi, bir anda ortaya çıkan, belirti göstermeyen, sadece gözyaşı dökmene sebep olan ama iç bünyene ne kadar hasar bıraktığı henüz bilinmeyen bir hastalık yetişememe hastalığı. Ben de İstanbul’a gelince yakalandım bu hastalığa. Hep bir şey olacak ve ben yetişemeyeceğim sandım. Babama anneme hep geç kalacağım sandım. Korkulacak bir şey yoktu aslında hemen yanlarına gidebilirim derdim ama yetişemedim.
…
Yemekler güzelmiş, yalnız yoğurt bir harika, annemin ev yapmaları gibi. Hani insan bir yemeğin iyisini yeyince bir başkasını yiyemez ya ben de yoğurt konusunda böyleyim abi. Annemin tencerede mayaladığı yoğurt taş gibi olurdu. Bir kaşık alınca içinden o kaşığın yeri su dolardı. Sonra annem de orayı bana içirirdi. ”Bu daha yarayışlı oğlum, böbreklere de iyi geliyor” der içirirdi. Şuan beden eğitimi öğretmeniysem bunun çok katkısı vardır haa dedi yoğurdu göstererek.
Güldüler usulca.
Yolda güvenilir biri ile olmak, onun sıcak elini hissetmek bayağı rahatlatmıştı Yavuz’u. Niğde’ye de yakınlaşmış olmanın verdiği bir rahatlık vardı elbette. Beraber çaylarını içtikten sonra tekrar Kadir’in şoförlüğünde Niğde’ye doğru yola geçtiler.
Eşsiz bozkırda herkesin bin bir meşgale ile seyreylediği bu yollarda onlar da bir cümle felah için gidiyorlardı.
Bak geldik sayılır. Hastanedeler mi yoksa eve geçtiler mi sordun mu?
Kadir’in ilk gelişiydi Niğde’ye. Hep Nevşehir, Kapadokya, Ürgüp, Niğde Aladağlar merakı olmuş ancak fırsat bulup gelememişti. “Nasip bugüneymiş” dedi iç geçirerek.
Hüdaverdi Baba Camii önünden geçerek Gümüşler Ortaokulu tarafına yöneldiler. Yavuz öğretmenin baba ocağı okulla yan yana sayılırdı. Yavuz da burada okumuştu. Yazlar hariç tüm günleri çocuk şenliği içinde geçerdi. Sabahları öğrencilerin toplanması, akşam dağılmaları, kaç nesil öğrencinin buradan yetişmesine tanık olmuşlardı.
Yavuz özlediği,hayal ettiği sahne ile karşılaştı yine. Annesi bahçe kapısında kollarını demir kapıya yaslamış yola doğru bakmaktaydı. Arabayı tanıyamadığı için bilememişti kimin geldiğini ama Yavuz iner inmez hemen fark etti.
Yavuz’un eve geldiğinde hiç değişmeyen sahnesi bahçe kapısında bekleyen annesi olmuştu hep. Nasıl ayarlar bilinmez ama Yavuz’u hep bahçe kapısında karşılamıştır. Yine bilindik sahne ile karşılaşmak Yavuz’un gözlerini doldurdu ama hemen topladı kendini. Koşar adım annesine gitti. Yavuz’un geldiğini gören annesi kapıyı açtı kaldırıma çıktı. Yavuz âdeti bozmadı, önce hemen eline eğildi. Bu onun için olmazsa olmazdı. Hasretle elini öptükten sonra iki eliyle annesini omuzlarından tuttu, şöyle bir baktı “Hay maşallah” dedikten sonra bir yığın sarıldı boynuna annesinin. Hem kokladı hem sarıldı. Gözünden akan yaşlara mani olamıyordu. Annesinin yazmasını ıslatacak kadar ağlıyordu. Bunu yapmaması gerektiğini bildiği halde engel olamıyordu kendisine. Annesi de ağlıyordu, Kadir de… Her biri farklı duygularla…
Kadir araçtan inmemişti bir nevi rahatsızlık veririm düşüncesiyle. Öylece kala kaldı şoför koltuğunda. Bir yandan Yavuz’la annesinin hasret gidermelerine bakarken bir yandan da zihni yıllar öncesine gitmişti. Dolu dolu gözlerle şoför koltuğunda oturmaktaydı ki arabanın kapısı açılıp “Oğlum sen Kadir misin?” diyen Fikri Bey amcayı görene dek.
Dedi gözlerini elinin dışı ile silerek.
Meyve ağaçlarının arkasında tek katlı bir de çatı katı olan, sarı kalker taşından inşa edilmiş, toprağın yeni canlanmaya başladığı bir bahçesi olan eve doğru yönelirken “Yavuz burada büyüdü demek, şanslıymış” dedi içinden Kadir. Özellikle kent hayatında, beton yığınları içinde yaşanan hayatları, orada doğup büyüyen çocukları düşününce… Kent hayatında bu eve villa diyorlar ya da bağ evi hadi bilemedin müstakil ev. Şahsına müstakil yani sana münhasır. Baharın coşkusu evin önündeki ağaçlara vurmuş akşam karanlığında belli belirsiz tomurcuklar görünmekteydi. Bahçenin yeşil hali doğanın yeniden bir uyanışa geçtiğini ifade etmekteydi. Her biri yeni bir haşra hazırlanırken ayakta divan kurmuşlardı. Kadir de onların bu hallerini izleyerek geçti eve doğru. Yavuz ile annesi de gelmişler eve doğru girmek üzerelerdi. Önce Fikri Bey amca kapıyı açtı içeri bir adım attıktan sonra döndü Kadir’e sağ elini kaldırarak “buyur evladım geç” dedi. Daha sonra Yavuz ve annesi içeri girdiler. Kadir kendisine gösterilen yere doğru yöneldi salonda uygun gördüğü bir yere oturdu. İçerisinin sıcaklığı nedendir diye düşünürken gürül gürül yanan sobayı, üzerindeki demliği, sobanın yanında özenle hazırlanmış minik odun dolaplığını gördü. En az 20 yıldır görmediği bu sahne onu çok mutlu etmişti. Özlemişti belli ki. Aklı yıllar öncesinde sobanın sıcaklığında oturduğu, annesinin sobanın üstündeki güğümden sıcak su alıp çay demlediği bazen de o güğümdeki suyu yıkanma suyu olarak kullandıkları günler aklına geldi. Kadir’in geldiğinden beri sobayı gözlediğini gören Fikri Bey amca;
Dedi.
Annesi Ayşe Hanım mutfaktan içeriye “Yavuz, oğlum gel de şu sofrayı içeri götür hadi” diyerek seslendi. Kadir’in gözünde canlanan mazi tam bu şekilde devam etmekteydi. Kışları sobanın yanı başına kurulmuş kalabalık, bereketli sofralar, çocukların koşuşturmacaları, sıcak çorba var koşmayın uyarıları, sonra bir babanın durun ihtarı ile kulak çekmeleri derken Kadir sanki Niğde’ye değil de çocukluğuna gitmişti. Ne uzun zaman olmuştu Kadir için bu görüntüler. Babasından Yavuz’un geleceğini öğrenen annesi haline, yorgunluğuna bakmadan Yavuz’un en sevdiği yemekleri yapmış, yer sofrası bir anda sevilen, yöreye özgü yemekler ile dolmuştu. Sobanın ve sofra başında olanların sıcaklığıyla unutulmaz bir akşam yaşıyordu Kadir. Arabaşı çorbası ile başlayan akşam yemeği etli bamya yemeği ve mantı ile devam etti. Yanına lahana ve biber turşularından da getiren Ayşe Hanım, Kadir ve Yavuz her bir lokmaya uzandığında “Siz geliyorsunuz diye yaptım guzum yin” cümlesini eksik etmiyordu. Tabi “Az daha yinguzum, bak bu daha iyi” demeleri de her zaman virgül mahiyetinde cümlelerin sonuna eklenmekteydi. Yavuz’un yolda bahsettiği o meşhur yoğurt da vardı sofrada. Tencereden yiyemediği için biriken suyu göremedi ama Yavuz’un tarif ettiği lezzeti tüm hücreleri ile hissetti. Akşam yemeğinin ardından bin bir zahmetle yaptığı sütlaç ve kek çayla beraber yenildikten sonra Kadir ve Yavuz biraz nefes almak için yürüyüşe çıktılar. Yavuz önce okulu gösterdi Kadir’e. Daha sonra gümüşlerin sokaklarında yürüdüler biraz. Yavuz’un her bir sokakta her bir köşede anısı vardı. Her fırsatta bu anılarını dile getiriyor Kadir de sıkılmadan bu anıları dinliyordu. Her ne kadar anılarla zihnini dağıtmaya çalışsa da annesinin durumunu babasıyla konuşamadığı ve doktorlarla görüşüp durumun ne olduğu konusunda fikir sahibi olmadığı için kaygılıydı ama yine de bir nebze gümüşlerde olduğu için kafası rahattı ne de olsa yetişebileceği bir yerdeydi artık.
Fikri bey amca sabah ezanı ile Yavuz ve Kadir’in başında bitmiş, “Bu saatece yatılır mı yahu kakın ezanda okundu hadi” cümleleri Kadir’i yatağın için de oturur duruma getirmiş, yüzünde bir gülme hali kendini alamıyordu. Gülerek,
Uzunca zamandır cemaatle namaz kılınmayan evde bir bayram sabahı heyecanı sarmış hep beraber namaza kalkılmış, fikri bey amca imamlığı Kadir’e buyur etmiş, Kadir’in imamlığında Yavuz’un müezzinliğinde sabah namazını eda etmenin hazzını yaşıyordu Fikri bey amca. Son günlerin buhranı bizatihi sabah namazıyla kalkmıştı omuzlarından. Mutfaktan gelen muazzam börek kokuları eşliğinde biten namazdan sonra kahvaltıya oturan aile yaşanmamış yılların acısını çıkartırcasına bir bayram sabahı kahvaltısı gibi sofranın başındalardı. Sanki sofradan kalkınca birisi “hadi bayramlaşalım” dese hiç şaşırılmadan direk el öpme seansı başlayacak gibiydi.
Dedi babası. Kadir’le beraber üçü aşağı bahçeye indiler. Biraz bahçede dolandılar, tomurcuklanan kiraz, erik, kayısı ağaçlarına baktılar gündüz gözüyle. Yıllarca üstünden inmediği erik ağacının bu sefer altında durup babasına yöneldi Yavuz.
Baba doktorlar ne dedi tam olarak?
Valla oğlum…
…
Erik dalı gevrek olur derlerdi ama ben bunu hiç ciddiye almamıştım. Saklambaç oynanacak yer mi erik ağacı? İlkokul ikiye giderken dalların arasına saklanacağım, üstümü de dallarla kapatacağım derken tepetaklak yere düşmüştüm. Toprağa düştüm ama nasıl olduysa kolum kırılmış. Sonra fark ettim zaten dün akşam maç yaparken kale niyetine koyduğum taşa denk gelmiş. Nasıl inlediysem annem koşarak gelmişti. Babama haber verse olmaz, komşuda araba yok. Ta merkezdeki hastaneye beni kucağında taşımıştı. Sekiz yaşındaki çocuk 7 kilometre ilerdeki hastaneye kucakta gider mi? Götürmüş valla tüm ağrım geçmişti onun kucağında. Onun ten kokusu dağ esintisi gibi ağrı kesici gibi geliyordu. Yol bitmesin istemiştim. Dokundum erik ağacına. Özlemişim, onunla da hasret giderdik. Annem camdan bize bakıyordu. Şimdi ben taşıyacağım onu hastaneye kucağımda. Aynı söz verdiğim gibi. Baston olmak tabirimi yerine getireceğim.
Bahar başı bu senenin fidelerini annemle beraber diktik. Ayırdığı tohumları çıkardık önce onların yeşermesini bekledik, fide haline gelip boy verince toprakla buluşturduk. Annem kolumda tüm bahçeyi elden geçirdik. Bahçede çok oyalanmasa da ben iş yaparken beni izlesin laflaşalım diye erik ağacının altına ona oturma yeri yaptım. Mübarek her yeri ekip diktiği için kendine toprak ile haz alacak bir yer bırakmamıştı. Şimdi bahçe ne güzelmiş diyor erik ağacının altındaki seyvanda otururken.
Doktor İrfan Bey lenfomanın kötü bir cinsi dedi. Babama da nasıl söylerim bilmiyorum. Zaten anneme hiç bahsedemedim. Annemin rahatsızlığı gerekçesiyle tayinimi istedim ortaokulu okuduğum Gümüşler Okulu’na. Evimin hemen yanında, arada dersteyken bile bakabiliyorum. Öğlen aralarda eve gidiyorum annemi kontrol ediyorum.
Doktorlar “tedavi almaya ömrü vaki olmayabilir, ancak tabi karar sizin. Kemoterapi ve iki seans da ışın tedavisi alabilir ama teyzeye çok ağır gelir, tedavi sonuç verir mi onu da bilemiyoruz. Evde kalıp hiçbir şey yok gibi hayatına devam etmesi daha mantıklı olur dediler. Hiç değilse hastane azabı çekmez. Ne zaman takati kesilir bilemeyiz. Ancak bir şey yok gibi yaşamanız onu daha çok hayata bağlar.” Dediler. Ben de dedikleri üzere yaşıyorum. Her gün doya doya annemle vakit geçiriyor bir çocuk gibi ikimizde hayata yeniden bağlanıyoruz onunla. Kadir’i çok özlüyorum telefonla sık sık görüşüyoruz ama onunla Mihrimah’ta akşam etmeyi, çınarların altında çay içmeyi özledim. Ben annemi yalnız bırakıp yanına gidemiyorum ama sağolsun kendisi cevval dost. Sık sık annemi ve dolayısıyla bizleri görmeye geliyor. Söz verdiğim manastırı da gezdirdim. Nasipse önümüzdeki yaza Aladağlara da çıkacağız.