Mana Yoksunluğu ve Sosyal Çözülme: Modern Toplumda İnsanlığın Kaybı Üzerine Bir Değerlendirme
Giriş
Modern toplum, yüzeyde teknolojik ve ekonomik gelişmelerle donanmış gibi görünse de, insanın mana dünyası büyük bir erozyona uğramıştır. Türkiye özelinde ele almaya çalıştığım bu durum, sadece bireysel düzeyde değil; devlet, toplum ve aile yapılarında da köklü kırılmalara yol açmaktadır. Bu yazı, günümüzdeki sosyal çözülmenin, insanın varlıkla, tabiatla, şehirle ve kendi benliğiyle kurduğu ilişkinin zayıflamasıyla nasıl doğrudan bağlantılı olduğunu; hukuki, eğitimsel, yönetsel, ekonomik ve kültürel eksenlerde irdelemek için yazılmıştır.
1. Hukukun Zayıflaması ve Vicdanın Çürümesi
Toplumda adaletin tesis edilemediği bir ortam, yalnızca sistemsel değil, bireysel düzeyde de ciddi yaralar açmaktadır. Adalet duygusunun zedelenmesi, bireylerin vicdani yönelimlerini sekteye uğratır; doğru ve yanlışın ayırt edilmesi güçleşir. Böyle bir zeminde insan, içsel değerler yerine dışsal başarı ölçütlerine yönelir. Hukuki zafiyet, bireyin kendi iç yasasını da susturmasına neden olur; mana arayışı, ahlaki zemin kaybıyla birlikte çöker. Türkiye özelinde kanunlaşamayan ahlak çökmeye mecbur kalır.
2. Eğitimin Niteliksizleşmesi ve Zihinsel Kırılmalar
Sürekli değişen bir eğitim sistemi ve müfredatı içerisinde yeni getirilmiş sistemin ve müfredatın iyi olmadığına bir nesilin yetişmesine bile müsaade etmeden nasıl kanaat getiriliyor bu bambaşka bir problem. Ezbere dayalı, düşünmeyi değil ezberlemeyi öğreten bir eğitim sistemi, bireyi yalnızca akademik olarak değil, zihinsel ve ruhsal olarak da köreltmektedir. Bu durum, insanın hakikatle ilişkisini zayıflatır; bilgiyle donatılmış ama anlamdan yoksun bireyler üretir. Eğitim, bireyin kendilik bilincine ulaşması, evren ve varlık üzerine düşünmesi için bir zemin oluşturmalı; aksi takdirde bireyler yalnızca birer “iş gücü”ne indirgenir. Bu iş gücü kavramını sanırım önümüzdeki on sene içerisinde daha da iyi anlamaya başlayacağız.
3. Ekonomik Dengesizlikler ve Ruhun Doyumsuzluğu
Ekonomik eşitsizliklerin artması, insanı sadece geçim sıkıntısına değil, içsel daralmaya da sürükler. Sürekli tüketim ve kazanç odaklı bir yaşam, insanı manevî ihtiyaçlardan uzaklaştırır. Parayla ölçülen bir dünyada insan da kendi değerini metalaştırır. Artık değer değil fiyat ölçüsünün baz alındığı bu dönemde içsel tatminsizlik, kaygı ve bulunduğu coğrafyaya, aidiyet kurmak istediği her bir öğeye yabancılaşmayı beraberinde getirir.
4. Medya ve Sosyal Ağların Kışkırtıcı Dili
Sosyal medya ve iletişim araçları, bireylerin bilgiye erişimini kolaylaştırmakla birlikte, onları sürekli dış uyaranlara maruz bırakır. Dezenformasyon, algı yönetimi ve manipülatif içerikler bireyin düşünsel bağımsızlığını tehdit eder. Tartışma programları, magazin içerikleri, saldırgan dil ve sansasyonel haberler; bireyin içsel sessizliğini bastırır. Bu da düşünce üretimini değil, duygu sömürüsünü körükler. İzletilenlerle bile tasnif edilen birey; tarih dizileri ile hamasete, magazin programları ile özentiye ve biz yapamadık’a, sörvayvır gibi programlar ile israfa (zaman), gündüz kuşağı tarzı tüm içeriklerle ise mayalık ayırdığımız güven duygumuzu tamamen yok etmeyi planlamaktadır. Dizilerde ya da programlarda alkolü flulaştıran sigara içimini yasaklayan pek kıymetli otorite bu bile isteye yapılan görsel kıyıma alkış tutmaktadır.
5. Kentleşme ve Mekânsal Yabancılaşma
Modern şehirleşme, insanın yaşadığı mekânla kurduğu bağı yüzeyselleştirmiştir. Mimari, artık yalnızca temelde barınma ihtiyacını karşılamak değil; zamanla ruhu şekillendiren bir dil haline dönüşmüştür. Ancak ruhsuz yapıların çoğalması, bireyin hem fiziksel hem manevi anlamda sıkışmasına neden olur. Topluluk duygusu yok olur, aidiyet hissi zayıflar. Şehirler, içinde kendine özgü bir ruhu olan yerler ve yaşam kelimesinin hayat bulduğu yerlerken; Kentleşme sorunu ile içinde kaybolunan toplama kamplarına dönüşür.
6. Doğadan Kopuş ve Anlam Kaybı
İnsanın toprağa, ağaca, göğe temas ettiği köy yaşamı; bugün metropol merkezli bir yaşam tarzıyla yer değiştirmiştir. Bu değişim, yalnızca ekonomik değil, varoluşsal bir kırılmadır. Doğal ritmin dışına çıkan insan, içsel ritmini de kaybetmiştir. Tabiatla olan birlikteliğin kopması, ruhun beslenmesini engellemiş; bireyi yalnızca tüketen, tükettikçe de hızla tükenen bir varlığa dönüştürmüştür.
7. Yönetim Sorunu ve Liyakat Eksikliği
Toplumların en büyük kırılmalarından biri, yönetimde adaletin değil sadakatin liyakatin değil çıkar ilişkilerinin esas alınmasıdır. Bu durum yalnızca kurumsal çürümeye değil, bireyin adalete olan inancının sarsılmasına da yol açar. Weber’in “Rasyonel bürokrasi” anlayışına göre sistemin işlemesi liyakate bağlıdır. Türkiye’de yönetici pozisyonların ehliyetsiz ellerde toplanması, eğitim, sağlık, yargı gibi hayati kurumlarda var olan çözülmeyi hızlandırmıştır. Bu çöküş, halkın yönetime olan güvenini kaybetmesine, devletle kurduğu ya da kuracağı duygusal bağın zayıflamasına neden olmuştur.
8. Ahlaki Erozyon ve Empati Kayıpları
Toplumda doğru ve yanlışın bulanıklaşması, ahlaki standartlara uygun yaşayanların hakkını alamıyor anlayışının hakim olması, ahlaki göreceliliğin sıradanlaşmasıyla birey, eylemlerinin değil sonuçlarının peşine düşmektedir. Bu, sorumluluk bilincini, adalet hissini ve empati yetisini aşındırır. Ahlaki bir zemin olmadan mana dünyası da inşa edilemez.
Sonuç: Mana ile Bağını Yitiren Toplumun Yalnızlığı
Tüm bu sorunlar hukuktan eğitime, ekonomiden kentleşmeye kadar uzanan çok katmanlı krizler nihayetinde insanın kendi içsel dünyasından uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bugünün bireyi, görünürde bilgiyle, teknolojiyle, hızla kuşatılmış olsa da; hakikatte derin bir sessizlik ve eğer arıyorsa anlam arayışı içindedir.
Bu bağlamda çözüm, sadece yapısal reformlarda değil; insanın kendi varlık bilincini yeniden inşa etmesinde, ruhunu tekrar duymasında ve tabiata, mekâna, hakikate karşı sorumlu bir ilişki kurmasındadır. Aksi halde, teknolojik ilerleme de kent planlaması da ekonomik büyüme de insana hizmet etmeyen ve yok oluşunu daha da hızlandıran birer araçtan ibaret kalacaktır.
Tespitler kesinlikle doğru, tamamına katılıyorum.