Küçük bir dereyim ben. Çağlardan beri burada akar dururmuşuz. Bir dağ koyuğundan çıkıp tepe kenarlarından dolaşarak söğütlerin, iğdelerin, akçakesmelerin, gürgenlerin, tespih çalılarının ve akasyaların arasından. Ha bir de uzun ve kırılgan kavaklar. Kavak ve servilerin birbirlerine tutkuyla bağlı olduklarını düşünürüm hep. Zira her kavağın gölgesinde dallarını yaya yaya keyif çatan bir servi mutlaka vardır.
Dere olduğum için şanslı hissettiğimi söylemeliyim. Çevrede çok sayıda mutlu ve huzur dolu aile görmek mümkün. Taşlarımı seven, kurbağa görmek için birbiriyle yarışan çocuklar, bir iğde gölgesinde birbirine sarılarak oynaşan sevgililer yaşam sevinciyle doldurur içimi. Sesimi sevdiklerini söyleseler de benim onların seslerini ne kadar sevdiğimi bilmeden söylerler bunu. Kenarımda mandolinlerini neşeyle çalan çocukları, gitarını omzuna asıp sevgilisine serenad yapan delikanlıların seslerini nasıl da severim; bilseniz! Ya o ninni gibi gelen çoban kavalları… Hele onlar!
Dere olmak yalnızlığı çağrıştırıyor olabilir siz kalabalık içinde yaşayan dostlarıma. Oysa hiç de öyle değildir. Düğün çiçekleri, hasırotları, su mercimekleri, nilüferler bir gelin alayı gibi süslerler her yanımı. Rüzgarda hışırdayan seslerden başıma ağrılar girer bazı zamanlar. Ya geveze kurbağaların sesleri. Çocukların eğlenerek dinlediği sesleri kimi zaman uyku sokmaz gözüme. Küçük larvaların etçil kurbağalardan kaçışı, gri balıkçılların balıkları kovalayışı, helikopter sineklerinin tepemde dönüp dururken çıkardıkları sesler hiç bitmez neredeyse. Kurbağaların yılanlarla yaptığı tehlikeli dansları hiç saymayacağım bile. Bazen korkudan saklanacak yer aradığım boz ayılar, dağ kurtları da cabası. Bereket siz onları çok görmüyorsunuz da huzur dolu bir liman gibi geliyorum size.
Akmayı seviyorum. Kimi zaman coşkuyla bir yamaçtan şelale gibi bazen akmıyormuşçasına durgun bazen taşların arasında şırıltıyla kıvrıla kıvrıla. Bakmayı da seviyorum. Üstüme yağan yağmurların altında gözlerim kırpışarak gökyüzüne, yamaçlardan aşağı inerken ağaç üstlerinden yemyeşil köylere, kenarımdaki düzlüklerde uçurtmalarını göklere salmış çocuklara bakmayı da seviyorum. En çok kimsenin bilmediği gizli aşkıma – evet, içimi açıyorum size şimdi- denize karışmayı seviyorum.
O deniz ki biz derelerin en büyük aşkı. Başkalaştığımız, büyüdüğümüz, kaybolduğumuz yahut kendimizi bulduğumuz muhteşem diyar. Bir harikalar diyarı bizim için. Özlemiyle yanıp tutuşuyoruz ta ki görünceye, içine doluncaya içimizde kayboluncaya kadar. Ona varıncaya değin ne aşk hikayeleri ne muhteşem betimler dinleye dinleye akıp duruyoruz sevdamıza doğru. Onunla kavuşmanın hayalini kurmadığımız ne bir dakika ne bir yol hatırası geçiyor.
O boylu boyunca her yana açılmış kolları, bağrında gökyüzünü taşıyan geniş suları, nice aşıkların diyarı gizli koyları, mavi gözleri, yeşil kıyılarıyla ömrümüzün en sevinçli baharı. Bir dağ koyuğundan yeni doğan genç bir dere, tıpkı annesinin kollarına kavuşmak ister gibi coşkulu sularıyla koşar gibi akar sevdiğine doğru. Kimi zaman yorgun düşen bir umutla, kimi zaman kavuşamadan biter korkusuyla sızım sızım ağlar gibi zorlanarak kimi zaman da gözünü budaktan sakınmayan delişmen bir yiğit edasıyla gürleyerek akar.
Ve o kavuşma günü geldiğinde bir dereyi tanıyamaz olursunuz artık. Tiril tiril titreyen yorgun dizleri aşkın sarhoşluğundan yeniden hayat bulur. Ne bir korku ne telaş kalmıştır artık. Tüm ihtiyaçları karşılanmış bir çocuk kadar gürbüz, tüm hayallerini gerçekleştirmiş bir yetişkin gibi hiç olmadığı kadar olgun bakar hayata. Tüm gücüyle sarar o tuzlu suları. Bağrına düşen tuzları eritir, yüreğindeki tüm ağrılarını dindirir. Yüreğindeki sevinci çarpa çarpa vurur kaya kenarlarına. Her bir hücresini cömertçe teslim eder o hülyalı sulara.
Özlemle ardına bakmaksızın koşan neye dönüşür dersiniz? Elbette içinde taşıdığı özlemi neyse ona. Ona dönüşemeyen ise erken kurumuş bir kuraklık bezgini dere yatağına…