Hocam, kısaca sizi tanıyabilir miyiz? Sizi herkes tanıyor zaten ama olur da tanımayan varsa buradan…
İsrafil Balcı: Ben Artvin’de doğdum. 2 yıl Kur’an kursu okudum. Hafızlık yapacaktım, başlamıştım epey de gittim fakat 1 yıl sonra benimle birlikte Kur’an kursuna giden arkadaşlarım imam hatibe gidince ben de imam hatibe gitmek istedim ve ikinci yılda hafızlığı devam ettirmedim. Sonra düşe kalka imam hatibe geçmiş oldum ama arkadaşlarımı 1 sene geriden takip ettim. Çok isteyerek gitmiştim ama büyük bir hayal kırıklığı yaşadım imam hatipte. Oradaki eğitim anlayışı, oradaki öğretmenlerin bize baskısı beni çok soğuttu ve bırakmak istedim fakat çocuktum aileden çekindiğim için ite kalka devam ettim. En sonunda okul bitti, ben üniversitede okumayacağım dedim. 1 sene boşta gezdim, sonra bir ara Trabzon’da üniversite kampüsüne yolum düştü ve oradaki atmosferi görünce çok hoşuma gitti, ben üniversiteyi okuyayım dedim. Çalıştım, 1 sene boşta gezdim dediğim dönemlerde, ilahiyatların hepsini alabiliyordum ama ben hiç ilahiyat tercih etmedim, o yüzden 1 sene ilahiyatlara gelmedim daha yüksek yerleri tercih ettim. İkinci yıl son tercihle 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geldim, gelmemin nedeni de oraya bir arkadaşım gelmişti onun teşviki ile geldim. Geldim ama 2 yıl buradan gitmek için uğraştım. Bunu neden söylüyorum, Kur’an kursu, imam hatip, ilahiyat ve ilahiyat hazırlık bitti ve birinci sınıfa kadar, neden bunu söylüyorum çünkü hala bir arayış içerisindeydim ve o zamana kadar aldığım bilgilerle asla yetinemiyordum ve benim kimyama bu geleneksel din algısı uymamıştı. Sonuç ne oldu, birinci sınıftan sonra burada bazı hocaları tanıdım mesela başta Süleyman Ateş, o çok etkiledi beni. Sonra Mehmet Dağ vardı, belki biraz çizgi dışı gelebilir ama düşünmeyi öğretti bize ondan çok etkilendim ama başta Süleyman Ateş. Daha sonra Ekrem Saraçoğlu vardı, buraya Hüseyin Atak hocayı getirmişti ben öğrenciydim o zaman onu dinledim, onu dinlediğim de şimşeklerim aşırı derecede çaktı. İşte bu olmalı dedim ve böylece ilahiyat konularına ısındım, ilahiyatı sevdim ve sevdikçe o beni kendine çekti, ben kendimi onun içerisinde buldum ve ondan sonra yoğun bir okuma süreci başladı ve hep şundan yakındım, dinimi bilmiyormuşum yazıklar olsun, bizlere yanlış din öğretilmiş, aslında peygamber bu değilmiş, Kur’an bu değilmiş dedim. Ben Kur’an’la başladım ama tabii o zaman amatörce Kur’an okuyordum, hatta hazırlıkta hatır bela birilerine yalancı çıkmayayım diye bir sefer Kur’an’ı baştan sona okumuştum, bu kadardı ama bu yoğun okumalarım devam ettikçe kültürü, geleneği, dini, ilahiyat alanını tanıyınca ne kadar hem kendimin boş olduğumu anlıyordum görüyordum, hem de toplumdaki din algısı beni çok rahatsız ediyordu, böyle başladım. Dikkat ederseniz benim çalışmalarımda hep sorgulayıcı, kritik yönü ağır basan bir tema işlerim ve böylece hiçbir zaman geleneği reddetmedim ama gelenekte var olan ve kültürün ögesi olup da dinleştirilen anlayışa karşı bir şeyim oldu benim, yani onu anlama çabam oldu onu sorguladım ve erken dönem İslam tarihi bu anlamda ilgimi çekti. Erken dönem İslam tarihi ile daha sonradan oluşturulan ve kültürleşmiş, dinleşmiş kültürel anlayışın ne olduğunu, bunun kodlarının nereye dayandığını anlamaya çalıştım. Sonuçta hasbel kader siyerci olmaya karar verdim, aslında ben felsefeden düşünüyordum, yani o sorgulayıcı anlayış beni daha çok cezbediyordu ama Hz. Peygamberi tanımak istediğim için, bu alanda çalışmak istediğim için İslam tarihini seçtim. Böylece İslam tarihine gelince, özellikle de siyerle ilgili konulara el atmaya başlayınca müthiş ilgimi çekti. Aslında o dönemlerde ben Hz. Ebubekir dönemini çalıştım, diplomasi benim ilgimi çekti, dış politika özellikle de Batı’da gelişen İslam eşittir terör gibi söylemler 90 lı yıllardan beri epey bir yoğundu benim zamanlarımda veya ben öyle görüyordum. O yüzden savaş, barış, cihat, dış politika, diplomasi gibi konular benim ilgimi çekti. Devletler hukuku ile ilgili çok kitaplar okudum, modern devletler hukuku, klasik devletler hukuku İslam tarihi ile ilgili. O yüzden doktora tezim Hz. Ebubekir döneminde diplomasiydi benim. Buradaki temel hedefim de onun ideal gösterilen bir dönemde öteki ile ilgili İlişkileri nasıl yürümüş, yürütülmüş bunu incelemeyi hedeflemiştim. Daha sonra bu alan hoşuma gitti, yazıp çizdiklerimde ilgi çekiyordu, daha yeniydim ama özellikle Ömer’le ilgili yazdığım kitapla ilgili çok fazla olumlu tepki almışımdır. Tabii Ömer’i çalışmak farklı bir değerdi. Daha sonra doçentlikte şeyi çalışayım dedim, hani din hep barış ama bize göre barış ama nedense hep geleneksel söylemde savaşla anılan bir din. Nedir bu, yani barış bunun neresinde dedim ve böyle başladım bu işe ve benim doçentlik tezim odur. Erken dönem İslam fetihlerinde ilk İslam fetihleri ve savaş-barış ilişkisi dedim. Yani fetihler bağlamında ilk İslam fetihlerinden kastım 4 halifenin fetihleri ve bu fetihlerle sürekli savaş işliyorsunuz siz ama barış bunun neresinde sorusunu aramaya çalıştım ve böylece doçent oldum. Doçent olduktan sonra, aslında bu alanı dedim ya devletler hukuku ile ilgili, klasik fıkıh kitaplarıyla ilgili çok şey okuduğum için özellikle de devletler hukukunu ilgilendiren öteki ile ilişkilerin zımmilik hakları, gayrı müslimler, onlarla ilişkiler vs… Tabi bu arada Hz. Peygamber dönemine de ara ara göndermelerde bulunuyordum, okuyordum ama daha çok buraya yoğunlaştım. Daha sonra doçent oldum, bunu hep söylüyorum hiçte yüksünmüyorum, doçent oldum geldim Samsun’a ki buradan da birtakım kişilerde benim doçent olmamamı sağlamak içinde girişimde bulunmuştu, böyle bir süreçte doçent olunca tabi çok zor bir aşamaydı. Daha sonra, nasıl olsa doçent oldum otur şöyle bir peygamberi ve aynı zamanda Kur’an’ı anla dedim kendi kendime. Oturdum baştan sona bir daha Kur’an’ı okumaya karar verdim. Doçent oldum geldim buraya, bunlar zor bir süreçti benim için çünkü çok zoruma gitmişti buradan tanıdığım birilerinin benim doçent olmamamı sağlamak için, jüri üyelerine benim hakkımda olumsuz bilgi sızdırmaları tabi çok zoruma gitmişti, onlarla hesaplaşacaktım. Fakat o akşam evime geldim dedim ki, bunlarla uğraşmaktansa otur sen ilminle devam et. Açtım Kur’an’ı ilk açtığım sayfa Enfal suresi. Şöyle çevirdim Enfal suresi çıktı. İnanır mısınız Abdulkadirciğim, bir okudum şok oldum, bir daha okudum sureyi hiç uyuyamadım o sabah ve kendimi çok aşağıladığım anlardan biridir. Bak kardeşim ben ilahiyatta doçent olmuşum, siyer anlattım o zamana kadar, 2002’ nin sonunda ben yardımcı doçent olarak atandım 2007’ de doçent oldum, yani 5 yıl siyer okuttum ben veya İslam tarihi dersi okuttum. Ben o güne kadar, tamam Kur’an bizim için iyi bir kitap ama ben o güne kadar gidip de İslam tarihinden bir şey okuyayım diye hiç aklıma gelmemiştir. Tabi öğrenciliğimde okumuştum ama o zamanki okumada okuma değildi, demek ki dikkatimi çekmemiş hani dedim ya bir öğrencinin okuması… oturdum onun üzerine Bedir Savaşı ile ilgili ki Enfal suresi Bedir’i anlatır, Bedir savaşı ile ilgili Kuran, tarih ve hadis rivayetleri hadislerine göre mucizevi rivayetlerin kritiği diye bir şey yazdım, doçentlikten sonra ilk makalem olarak. Dolayısıyla da benim hikayem böyle başladı hocam. Yani İmam hatip, İlahiyat, ilahiyattaki sendelemeler, imam hatipteki doku uyuşmazlığı ben ikinci sınıftan sonra kendimi buldum ama tabi çok eksiğim vardı okuyorum, araştırıyorum, merak ediyorum fakat bitirdim birçok ilahiyatçıdan farklı olduğumu ben o zaman fark ediyordum, yani onların anlayışlarıyla ben hep eleştirel baktım ama doçent olduktan sonra benim şimşekler daha farklı çakmaya başladı. Bu sefer ben doçentlik tezimin devamı olarak Emevilerde fetih politikası, Abbasilerde fetih politikası, şavaş, cihad, barış nedir diye bu konuları incelemeyi hesap ederken kendime dedim ki, senin işin bu değilmiş otur şimdi güzelce Kur’an’dan başla ve peygamberini anla. Böylece ben geri döndüm siyere, benim o dönüşüm böyle başladım yoksa ben böyle çalışacaktım. Yani benim Emevi fetih politikası konum hazırdı ve böylece siyere girdim, siyerin en tartışmalı konularından başladım meseleye. Mesela bir doçent hocamdan birisiyle karşılaşmıştım, ne çalışıyorsun demişti bana, dedim ki; mucize çalışıyorum. Hoca bana aynen şunu demişti ki, sen mayınlı tarlaya girdin bence bırak. Bir başka hoca da burada dekanlık yaptı, aslında çok güzel bir akıl vermişti bana hoca bununda hazin bir tablo olarak duyulmasını isterim. Bana dedi ki, hocam bunlar tartışmalı konular, sen bunlara girersen marjinal kalırsın. Sen böyle savaş, barış, diplomasi devam et önün daha açık olur dedi. Aslında arkadaşım bana güzel tüyoyu vermiş, nitekim de o yüceldi hala da bir yerlere kadar gidiyor. Marjinal kaldım işte sebebi de oymuş, aslında biliyorlar. Bunu niye söylüyorum, aslında bizim meslektaşlarımızın çoğu birçok şeyin farkındalar ama bu rahmetli Şeyh Mardin’in kavramlaştırdığı şey var ya mahalle baskısı, mahalle baskısı nedeni ile maalesef gerçeği söylemekten çekinenlerde oluyor.
Kimse mayınlı tarlaya girmiyor.
İsrafil Balcı: Evet, bana aynen öyle dedi, mayınlı tarla girme buraya. Diğeri de marjinal kalırsın demişti. İki arkadaşım da burada, İsrafil keşke senin gibi söyleyebilsek, aslında biz de biliyoruz ama işte biliyorsun ortamı dediler. Ben biraz Donkişot’luk yaptım Abdülkadir’ciğim, birilerinin sinir uçlarına dokundum belki. Aslında ben hiçbir zamanda çok fazla bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. Yani ben ne yaptım ki, ben aldım Kur’an’ı ve Kur’an’la Hz. Peygamberi anlamak gerektiğini iddia etmeye başladım ve bunun üzerine gittim. Dedim ki, buna inanıyorsak, bu kitap bizi bağlıyorsa bizim temel referansımız budur. Bunun haricindeki bütün rivayetler bunun gölgesindedir. Dolayısıyla ben referans olarak Kur’an’ı ortaya koyunca kültür olup da dinleşmiş telakkilere dokunduğum için taşlanmaya başlandım, bunu çokta kale almadım aslında. Belki bu karadenizliliğin verdiği bir şeydendi. Onlar beni taşladıkça, ben hiç çekinmeden yoluma devam ettim. ‘Mucize’ ile işe başladım doçentlikten sonra, çok bereketli bir kitaptı benim için o ‘Hz. Peygamber ve Mucize’. Onun içerisinden birçok kitap çıktı. Mesela mucizeyi işlerken konu İsra ve Mirac’a geldi, bu da ortalama bir dindar için veya bir ilahiyatçı için mucize. Ben bu konuya geldim hocam…
Orada zaten soracağımız bir soru da var hocam, attığınız bir twitt var.
İsrafil Balcı: Öyle mi? Ne diyorum?
Mescid-i Aksa ilk kıblemiz değildir, bir şeyi savunurken yanlış üzere savunmayın twitiniz çok tepki çekti. Bilmiyorum siz devamını takip edebildiniz mi? Aynı twiti bizler de paylaştık, gelenin gidenin haddi hesabı yoktu. Bunu konuşursak çok sevinirim hocam. Bir de twit’de Miraç konusu var.
İsrafil Balcı: Tabi söyleyeyim. İsra ve Miraç kitabı aslında benim ‘Mucize’ kitabının içerisinde bir bölüm, bir başlık fakat enteresan oldu bu konuya girince bu da mucizenin konularından birisidir diye buna girdiğim zaman ortalama bir ilahiyatçı ne biliyorsa ben de onu biliyordum, fazla bir şey bilmiyordum. İşin içerisine bir girdim, bakın şurada bir arkadaşımız var Kenan Ayar hoca, belki unutmuş olabilir ama teyit edebiliriz, 1 yıl uğraştım Abdulkadirciğim, ‘Mucize’ kitabı kaldı kenarda. Geri döndüm İsra ile boğuşuyorum, didişiyorum 1 yıldır o rivayetleri harmanlıyorum, eviriyorum, çeviriyorum ama meğerse problem neymiş biliyor musun, ben merdivenin beşinci basamağından rivayetleri anlamaya çalışmışım ve birinci basamağına gitmemişim. Şimdi merdivenin beşinci basamağından kastım Buhari. Tabi ben Kur’an’dan sonra en önemli kaynak olduğunu düşündüğüm için Buhari ile işe başladım, ilk dikkatimi çeken ne oldu biliyor musun, Buhari Miraç’la ilgili rivayetleri sıralar, Buhari aynı zamanda Hz. Peygamberin Miraç rivayetlerinden farklı olarak Kudüs’e gittiğini söyler ama asla Kudüs’ten göğe yükseldiğini söylemez.
Ama yükseldiğini biz Buhari’den duyuyoruz aslında.
İsrafil Balcı: Hiç alakası yok. Tamam, Buhari’de var bu Miraç rivayetleri, onun miraç rivayetlerinin tamamı Mekke’den göğe yükselmedir.
Aksa yoktur.
İsrafil Balcı: Yoktur. Miraç’tan ayrı olarak İsra’yı zikreder, peygamberi Kudüs’e kadar götürür orada bırakır, geri döndürür daha doğrusu oradan yukarı götürmez. Ama bir de Mekke’den semaya uruç’tan bahseder, çok geniş rivayetler alır. Benim problemim neydi, bu böyle diyor, Müslim’de hayır diyor. Müslim’de peygamberimizin Kudüs’e kadar gittiğini ve buradan yükseldiğini söylüyor. Şimdi, en temel en iyi kaynaklarımızdan birisi diyor ki, peygamber Kudüs’ten gitmedi çıkmadı göğe, diğeri diyor ki, Kudüs’ten çıktı. Birisi Miraç’ı ayırmış, İsra’yı ayırmış, diğeri İsra ile Miraç’ı birleştirmiş Mekke’den Kudüs’e İsra oradan göğe yükseliş Miraç demiş, diğeri de yine İsra demiş, Peygamberimiz Mekke’den Kudüs’e gitti geri geldi ama buradan çıktı demiş. Bu rivayetler arasında debelenip dururken, biraz önce atıf yaptım ismini ona dedim ki, ağabey ben çok yoruldum ve ne yapacağımı şaşırdım, bu işin içinden çıkamayacağım dedim. Hem çalıştığıma yanıyorum, hem işin içerisinden çıkamadığıma yanıyorum, bırakayım desem o kadar emeğim gidecek, bırakayım mı, bırakmayayım mı diye bocaladım. İşte bunun üzerine ben İsra-Miraç konusuna yoğunlaştım ve sonuçta ortaya şu çıktı hocam, baktım ki İsra ile Miraç arasında zerre irtibat yok. İlk kez Mugatil Bin Süleyman’ı okuyarak başladım ben. Bu sefer ne yaptım, hani dedim ya merdivenin beşinci basamağından başlamışım, döndüm birinci basamağa, tarihte bir esas vardır, bir usül vardır metodoloji. Bir rivayeti ele alırken ilk kaynağa gitmek temel prensiplerden birisidir. Bizim ilahiyatçıların en büyük eksikliği ne biliyor musun sevgili dostum, bizim ilahiyatçılar Kur’an’dan sonra Buhari’yi alırlar Buhari’den önceki hadis kaynağını sanki hiçbir şey yokmuş gibi görürler, yok sayarlar ve bunlar üzerinden bir geleneksel kültür inşa ederler. Problemimiz burada hocam. İlk kaynaklara gidince bütün detaylar ortaya çıktı. Neden böyle biliyor musunuz, mesela Mugatil Bin Süleyman’ı açın bakın Necm suresini ve İsra ayetini, onun haricindeki bütün müfessirler Necm ve İsra arasında bağlantı kurarlar, Necm’i Miraç’a referans gösterirler, Mugatil’de aralarında hiç bağlantı kurmaz tamamen ayrı hiç değinmez buna. Bu benim ilgimi çekti buradan daldım ve böylece bir de baktım ki, Mescid-i Aksa’ya biz ilk kıble demişiz. Niye ilk kıble demişiz çünkü geleneksel rivayetlerden anladığımıza göre biz biliyoruz ki peygamberimiz Mekke’de iken Kudüs’e doğru da yönelerek ibadet etmiş. Daha çokta aslında Medine’deki Müslümanların Kudüs’e doğru ibadet etmelerini, yönelerek ibadet etmelerini istemiş. Bu ne zaman olmuş, hicretten 1,5 – 2 yıl önce. Kendisi de hicret ediyor, 16-17-18 ay diye geçer kaynaklarda ama ortalama 16 ay sonra tahminime göre belki 17 de olabilir çok sorun değil yani 1,5 yıl ortalama, yani tarihte böyle kesin tarih vermek biraz zordur çünkü kayıtlı belge yok elimizde. 1,5 yıl sonra Bakara suresinin 142-150.ci ayetleri geliyor. Şimdi bakınız, hicretten 2 yıl önce Akabe biadlarıyla birlikte Medine’ye gitme projesi başlamıştır. Rasulullah orada Yahudileri düşünerek onların mabedini de benimsediğini yani dışlamadığını göstermek için Medine’deki Müslümanların oraya yönelerek namaz kılmalarını istiyor. Kendisi de henüz Mekke’de olduğu için bakın tam da Kabe, şöyle senin tarafında duralım, burada namaza durmuyor da burada duruyor. Yani güneyinde duruyor dolayısıyla hem buraya hem oraya durdu der rivayetler ama Medine yukarıda olduğu için onlar zaten buraya sırt dönmüş durumdalar. Böyle namaz kılmaya başladılar. 1,5 yıl kadar da peygamberimiz de doğrudan Kudüs’e yönelerek namaz kıldı, Medine’ye hicret ettikten sonra. 1,5 yıl sonra ayet geldi, ayetle birlikte Kabe kıble oldu. Peki, şimdi birinci soru Abdülkadirciğim, biz ilahiyatçıyız insanlarımıza din öğreteceğiz ve de diyeceğiz ki iddiamız Kur’an’a göre. Soru 1, peygamberimizin Mekke’den Kudüs’e yöneldiği konusunda bütün rivayetler müttefik ama sürecini bilmezler, ne zaman olduğunu bilmezler. Medine’ye geldiği süreç içerisinde de 1,5 yıl Kudüs’e doğru namaz kıldığı konusunda da bir tereddüt yok, keza Medine’ye hicretten 1,5 yıl sonra Kâbe’nin kıble olduğu konusu zaten ayetle sabit. Yine sana göre durayım ki doğru anlatayım. Ayet geldiği zaman da, Kabe arkamızda yani biz bu tarafa doğru namaz kılıyoruz, önümüz Kudüs. Bakara suresinin 142-143-144 cü ayetlerine bakınız, 144. ayet olacak herhalde daha sonra teyit ederim. ‘’Vema ceğalna kıbletelleti künte aleyha,’’ diyor ayette. İstersen Bakara suresine bir bakayım yanlış olmasın. ‘’Vema ceğalna kıblenelleti künte aleyha.’’ Bir kıbleyi sana kıble tayin ettik ki, daha önce oraya yöneliyordun. Bakın, ayetin indiği dönem hicretten 1,5 sene sonra. Yöneldiği yer burası değil mi hocam?
Aynen.
İsrafil Balcı: Diyor ki, daha önce yöneldiğin yönü kıble tayin ettik. Demek ki, buradan önce bir yere yöneliyormuş. Nereye yöneliyormuş hocam, Kabe’ye. Ayet söylüyor ben demiyorum, ayet söylüyor. Bu kadar açık. O yüzden ben dedim ki, geleneksel yorumlarda da nedir, ayet indikten sonra Kabe’nin kıbleliği netleşti ya, bu kez insanlar şöyle yorum yapmışlar. Oradan dönüldü ya, burayı ilk kıble tanımlamışlar. Ben namaz çalıştım biliyorsunuz, aynı zamanda namaz benim çalıştığım konulardan birisi. Hz. Peygamber risaletin 5. Yılından sonra rükulu secdeli namaz kılmaya başlamıştır. 5-6-7-8-9-10-11 yaklaşık 6-8 yıl arası, yani illa da 5 değil 3. 4. olabilir ama birinci yılda namazı yoktur, 2. yılda yoktur, 3. yıl da dua, tezkiye, arınma anlamında namaz vardır. 4-5 den sonra Fatır suresiyle birlikte rükulu secdeli namaz başlıyor. O zamana kadar peygamberimizin Kudüs diye bir gündemi yoktur. Nereye doğru namaz kılıyordu?
Kabe.
İsrafil Balcı: Kabe’ye doğru. Nitekim rivayetlerde demiyor mu Ebu Cehil üzerine pislik attı, peygamberimiz Kabe avlusunda namaz kılarken eziyet gördü. Bütün rivayetlerde var.
Hz. Ömer Müslüman olduğunda Hz. Peygamber’e haydi Kabe’ye gidelim ve namaz kılalım diyor ve Kabe’ye gidiyor.
İsrafil Balcı: Aynı şey. Oraya doğru namaz kılıyordu. Bütün her şey zaten ortada, açık. Diğer yandan, bütün Arap şiirlerine bakınız Kabe kıbledir zaten Arapların, bildiğiniz kıbledir öyle tanımlarlar. Şimdi ne oldu hocam? Burada bir şeyin üzerinde durayım. Evet, Bakara 143, demek ki ne çıktı hocam ortaya, daha önceden peygamber bir yere yöneliyormuş. Yöneldiği yer neresidir, Kâbe’dir. O yüzden dedim ki, biz Kudüs’ü ilk kıble biliyoruz ama ey Müslüman’lar, Kudüs ilk kıble değil. İlk kıble Kâbe’dir, sonra Kudüs’tür, sonra ayetle Kâbe’dir. Ben bu sefer ne yaptım, biraz daha detaylandırdım, biraz önce de anlattığım gibi, Peygamberimiz hicretten 1,5 ortalama 2 yıl öncesinden Kudüs’e doğru yönelerek de namaz kılmaya başlamış ama Kâbe’nin güneyin de durmuştur ama Medine’ye gideceği için oradaki Müslümanlara da doğrudan oraya yönelerek namaz kılmalarını istemiş.
Medine’deki Müslümanlar için ikinci kıblemiz Kâbe’dir.
İsrafil Balcı: Evet, aynen. Eyvallah.
Onlar gözünden baktığımızda öyle ki herhalde o gözle bakılıyor.
İsrafil Balcı: Aynen, çok doğru. Güzel. Dolayısıyla da 2 yıl buradan, 1,5 yıl da peygamberimiz gittikten sonra olmak üzere toplam 3 veya 3,5 yıl kadar Kudüs bizim kıblemiz olmuştur. Bunu tespit ettiğim için ayetin belgesi de burada (Bakara 143) ‘’vema ceğalnel kıbletelleti künte aleyha.’’ Daha önce yöneldiğiniz yönü size kıble tayin ettik. “Kana” Arapçada “dı” dır yani geçmiş zaman, daha önce demektir. O yüzden dediğim gibi daha önce yöneldiği yön zaten rivayetlerde belli Kâbe’dir, bu durumda Kâbe ilk kıble, sonra Kudüs, sonra ayetle Kâbe söylediğim budur. Daha önce ben twitt atmışım demişim ki, bugün Müslümanların bir kıblesi giderse, ilk kıblesi demedim burada, bir kıblesi giderse yarın diğerine sıra gelir diye bir twit’im vardır. Daha sonra da başka bir twitte de Kudüs meseleleri gündeme gelince o zaman da demişim ki, Kudüs Müslümanların ilk kıblesi değil, Miraç’ta buradan olmadı. Şimdi birincisinde demişim ki, bir kıble diğerinde de bu ilk kıble değil demişim ya, insanlar şöyle düşündü İsrafil balcı daha önceden burayı ilk kıble tanımladı, şimdi ilk kıble değildir diyor çelişki varmış gibi. İnsanlar cehaletini getirdiler benim çuvalladığımı düşünüyorlar, oysaki ben doğrusunu söyledim. Onu da neden söyledim biliyor musunuz Kudüs ilk kıble değil Miraç’ta buradan olmadı diye, bu yeni Diyanet İşleri Başkanı çıkmış Miraç’ın mekanı, İslam’ın ilk kıblesi falan böyle güzellemeler yapınca onu Sayın Cumhurbaşkanımıza yoranlar oldu ben onun lafı üzerine söylemedim, ben o Diyanet İşleri Başkanı üzerine dedim ki, birisi kalkmış güzelleme çekiyor Kudüs ilk kıblemiz, Miraç’ın mekanı vs… kusura bakmayın orası ilk kıble değil, daha sonradan bir dönem kıbledir ve zaten o twitt uzundur yetmediği için bölmüşümdür onu, ikincisini almıyorlar birincisini alıyorlar.
İşlerine geldiği gibi.
İsrafil Balcı: Özü bu. Şimdi bakın ben size bir şey göstereyim. Bu meal Süleyman Ateş hocamızın meali. Biraz önce burada bir detay vardı o yüzden tutuyorum. Bu tarihsel bağlamı bilmedikleri için bizim mealcilerin çoğu çuvallamışlar. Ayet geldiği zaman da kıble konusu netleşince diyorlar ki bu sefer, burası ilk kıble. Ayetin geldiği dönemde biz biliyoruz ki peygamber bu tarafa doğru namaz kılıyordu değil mi hocam? Meale bakın ne diyorlar, üzerinde bulunduğun kıble. Bu tarafa döndüğü zaman zaten üzerinde bulunduğu kıble. Şu çelişkiyi görebiliyor musun? Bakın Süleyman Ateş’in meali. “Biz elçiye uyan ökçesi üzerinde geriye dönen yani eski adetlerine döneni ayıralım diye üzerinde bulunduğun Kâbe’yi kıble yaptık”. Üzerinde bulunduğun Kâbe’yi kıble yapmadı, ayet geldiği zaman Kudüs’e yöneliyordu. Bu daha önce yöneldiğin yöndür diyorum ben, söylediğim bu. O yüzden mealciler tarihsel bağlamını kaçırdıkları için ve böyle bir birlerini tekrar ettikleri için gerçi doğru meallerde var fakat Diyanet’in mealini alın o da öyledir. Dolayısıyla da ben bu ilk kıble meselesini o yüzden İsra-Miraç konularını çalışırken gördüm ki Rasulullah İsra olayından sonra, Yahudilerin kutsal mekânı oranın Yahudileri için de kutsal mekânı olduğunu anlayınca, idrak edince sizin geleneğinizi, sizin peygamberinizi, sizin dininizi ben sahiplendim bakın sizin geleneğinize sahip çıkıyorum bağlamında Kudüs de yönelmiş ve bu İsra olayıyla birliktedir. İsra olayıyla birlikte olduğu için de Müslümanlar daha kıblelerini tanımıyorlar dedim, kıbleyi ayrı bir makale olarak yazdım ve burada da şunu işledim. Mescid-i Aksa’nın ilk kıble olup olmadığına dair rivayetlerin kritiği bağlamında bir şey. Daha sonradan onu biraz daha genişletip ‘Namaz’ kitabının bir bölümü olarak koydum. Burada neyi işledim ben Abdülkadirciğim, bu güne kadar bu ümmeti Muhammed Kudüs’ü ilk kıble sanıyordu. Ben de diyorum ki, Kudüs ilk kıble değil, ilk kıble Kâbe, biraz önce dediğim tarihlendirmelere göre bir dönem Kudüs sonra ayetle Kâbe’dir. Benim söylediğim budur.
Orada insanların anlamaya çalıştığı ya da anlamamaya çalıştığı şey şu, siz ikinci kıble yaparak orayı biraz daha böyle önemsiz hale getirdiğinizi düşünüyorlar. Zaten öyle de anlamak istiyorlardı.
İsrafil Balcı: Onlar öyle anlamak istediği için. Aksine ben öte yandan Kudüs’ün bizim için ne kadar önemli olduğunu da yazdım üstelik. Ayrıca bir makale yazdım ve sosyal medyada bir sitede yazıyorum. Ama dediğim gibi, benim burası ilk kıble değil dememden dolayı benim Kudüs davasına bir tavzif edici bir çıkış yaptığımı düşünüyorlar, aksine ben şunu söylüyorum. Bakınız ilahiyatçı konuşuyor, koca Diyanet işleri Başkanı ve ilahiyatçılar konuşuyor, ben de diyorum ki birileri bir Molla Kasım çıkıp da der ki, sen daha kıbleni bilmiyorsun kalkmış Kudüs davası güdüyorsun. Benim de derdim, ey insanlar doğru bilgilerle doğru kodlar üzerinden giderek Kudüs bizim hem tarihi mirasımız, hem bir dönem inancımızın yöneldiği bir yön. Ben nasıl olurda Kudüs’e karşı çıkarım. Benim anlatmak istediğim bir akademisyen hassasiyetiyle siz koca Diyanet İşleri Başkanısınız, doğru bilgilerle davanıza sahip çıkın. Davaya yanlış bilgiyle sahip çıkılabilir mi?
İmkânsız.
İsrafil Balcı: Benim de yapmaya çalıştığım buydu hocam.
Hocam peygamberlik öncesi Hz. Muhammed kitabınız da Ebrehe ve fil vakasından bahsediyorsunuz. Ebrehe ile Abdulmuttalib’in konuşasında Ebrehe; ‘’benden develerini istiyorsun ya Abdulmuttalib, ben Kâbe’yi yıkacağım diyorum sen develerim diyorsun’’ sözüne istinaden Abdulmuttalib’in o güzel sözünü hatırlıyoruz.
‘’Develer benim Kâbe Allah’ın.’’ Peki hocam fil vakasından sonra tarihte Kâbe’ye 4-5 saldırı daha olduğunu biliyoruz. Fil vakasında Kâbe’yi koruyan Allah neden diğer emevi saldırılarında ya da Osmanlı dönemin de yakılmasında korumadı ? Ya da günümüz emperyalizmin kölesi haline gelmiş Suud’lardan korumadı ? korumuyor ?
İsrafil Balcı: Çok güzel.
Haccac olayı var mesela, çok aşikar bir olay.
İsrafil Balcı: Onun daha da detayını söyleyeyim ben size. Aslında Abdülmuttalip’le ilgili bu anlatı var ya, bu bana göre uydurmadır. Belki bu da biraz kulak tırmalar. Bu daha çok Abdülmuttalip’in kişiliğini ön plana çıkarma gayreti ile oluşturulmuş bir yakıştırmadır. Yani öyle bir Abdülmuttalip vardır ki Allah’ a teslim olmuş…
Lakin Müslüman değil.
İsrafil Balcı: Müslüman değil, hâlbuki Abdülmuttalip’de diğerleri gibi Mekke’yi terk etmiştir. Bunun üzerini örtmek için Ebrehe’nin karşısına çıkıyor, posta koyan bir Abdülmuttalip portresi ve burayı Allah korur. İşin özü ne biliyor musun Abdülkadirciğim, bu meseleyi geriye dönük olarak oluşturulan tarih mantığı ile okuyacaksınız anlamanız için. Ebrehe Yemen’den geliyor Mina’ya yerleşiyor. Öncelikle şunu da söyleyeyim, Kâbe’ye gelen birinci Ebrehe değil Ebrehe’nin oğludur, meşhur Ebrehe değildir. Açın bakın Mukatil Bin Süleyman’ı. İlk rivayet benim için o yüzden çok önemlidir. Tabi ki mutlak doğru olmaz ama geleneksel kurgunun hangi zemin üzerine kodlandığını, hangi rivayetler üzerine kodlandığını görmek için önemli bir yol haritası sunar size. İkincisi, Ebrehe ordusu Kâbe’ye geldi, konakladı fakat o gün aslında rivayetlerden anladığımız kadarıyla ki ben o kitaptan sonra da epey bir araştırma yaptım, anladığım kadarıyla buna birisi çiçek hastalığı demiş tutmuyor hocam, birisi bizim gelenek yukarıdan Ebabil kuşlarıyla nohut tanesi büyüklüğünde bir şeyler göndermiş demiş bu da tutmuyor ben söyleyeyim size. Başka biri volkanik patlama demiş o da tutmuyor. Benim gördüğüm ne biliyor musunuz ki bunu inşallah ileriki baskılarda eklerim, düzeltirim. Ebrehe Kâbe’ye yanaştı saldıracak fakat o gün çok şiddetli bir kum fırtınası çıkar, şiddetli bir kum fırtınası çıkınca o günün insanının algısını, bilgi düzeyini düşünün. Mesela peygamberimizin oğlu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulunca, insanlar korkuyor ki bu olay bu yüzden oldu veya başka örnek vereyim…
İlişkilendirme.
İsrafil Balcı: Veya Muaviye zamanında Medine valisi meşhur Mervan, Rasulullah’ın 3 basamaklı minberi ki seyyardı o, onu alıp Şam’a getirecektir göndermesini istiyor, minberi yerinden söküyor ve o gün güneş tutuluyor. İnsanların ödü patlıyor, bu bundan oldu diye minberi geri getiriyorlar bu sefer Mervan’da diyor ki, ben onu götürmek için değil basamaklarını yükseltecektim deyip 2 basamak daha ekliyor ve böylece toplumu yatıştırıyor. Bunları neden anlattım şimdi, bu tür önemli olaylardan hemen ilişki kurulur. Şimdi burada böyle çok şiddetli bir kum fırtınası olunca ordu panikliyor, ordunun bir kısmı dönüyor, dağılıyor ve böylece ordu saldırmaktan vazgeçiyor ve uzun yoldan gelmenin de verdiği şeyle ki muhtemelen yolda da bir salgın hastalıkta bunların çoğu yolda geri dönerken çünkü insicamı bozuldu dağıldı, nitekim de Ebrehe’de Yemen’e kadar gidiyor ve orada ölüyor. Bu olay yaşanmış. Genelde de peygamberimizin doğumundan 55 gün öncesine kadar birçok tarih vardır ama Rasulullahın doğumuna yakın bir tarihte vuku bulan bir hadise olduğu belli. Bu çok derin bir iz bırakmıştır Arapların gözünde. Bu seferde tutmuşlar bu hadiseyi yani Kureyş’liler Kabe’ye hakim ya, Allah’ın kendilerini koruması şeklinde yorumlamışlar ve bu yorum üzerinden ilahi korumaya dönüştürmüşler. Ben hem o kitapta hem de daha sonraki konuşmalarımda diyorum ki, siz de söylediniz aslında daha önceden Yemen’de Kabe Huzalıların elindeydi, Huzalılar zamanında da Tubban saldırdı. Daha önce Huzalılar müthiş bir mücadele ettiler ve savundular ama Allah hiç yardım etmedi onlara. Kureyş’in elindeyken Tubban tekrar gelecektir, hatta Kabe’nin örtü meselesi de onunla alakalıdır, saldırıdan vazgeçecektir ve geri dönecektir. O zaman da yardım etmiyor Allah. Bu üçüncü kez niye yardım etti?
Aslında, yardım mı etti?
İsrafil Balcı: Yardım etti tabi. Güzel soru bu, yardım mı etti acaba. Daha sonra 2 kez bizzat Müslümanların elindeyken Kâbe bombalandı, yani hem de birisi 683, diğeri 689 da. Kâbe 2 kez bombalandı, yerle bir ettiler bu Kâbe’yi. Allah niye yardım etmedi? 950 li yıllarda Garmatiler vardı, girdiler Kâbe’ye kan gölüne çevirdiler. Kâbe’nin o cennetten geldiği iddia edilen Hacer-ül Esved’i bile alıp kaçırdılar, paramparça edip dağıttılar 4-5 parçası bulunmuştu sonradan ve bir fanus içinde saklanıyor. Osmanlı zamanında Ecyad’da bir karargah kurdurulmuştur sebebi nedir, korumak için. O zaman soruyu şöyle soralım. Osmanlı oraya niye odu dikti, niye koruyordu ki? Madem Allah koruyor veya az önce söylediğim olaylar, madem Allah koruyor niye bunlar oldu veya niye Ebrehe’ye yardım etti? Hocam, Allah Kureyş’e sahip çıkmak için neden Ebrehe ordusunu telef etmedi? Yani Kureyş’e yardım etmedi, Kureyşliler bu hadiseyi kendileri için Allah’ın yardı olarak gördüler ve bunun üzerinden diğer kabilelere karşı bir baskı unsuru kullandılar. Allah’ın evinin komşularıyız, sahibiyiz, civarullahız, Allah’ın dostuyuz o yüzden Allah bize yardım etti dediler ve Kureyş üstünlüğü iddiası da tam da buraya dayanıyor. Bu tamamen Kureyş’in kendisini diğer kabileler üzerinden üstün görmesine dayalı geliştirdiği bir söylemdir. Sevgili kardeşim 1400 senedir Müslümanlar bu yalanı yiyorlar. Dolayısıyla da Allah evrene müdahale etmez, evrende tarihin akışını değiştirmez. Allah evrene hükümlerini koyar ve o hükümler üzerine evrendeki hadiseler gerçekleşir. Bakın az önce güneş vardı arabayı gölgeye çektim, camlarını indirmiştim bir de baktım ki dışarı çıktım yağmur yağıyor. Yağmur yağdığı zaman benim arabam ıslanır, ben de ıslanırım, siz de ıslanırsınız. Güneş çıktığı zaman terlersiniz, bu Allah’ın kaidesidir.
Sünnetullah.
İsrafil Balcı: Allah beni sevdiği için benim arabamın camları açık olduğu için oraya yağmur yağdırayım demez peygamber de olsam demez, kim olursa olsun demez. Dolayısıyla da bu Ebrehe ordusunun telefi meselesini Kureyşliler kendilerine çevirmişlerdir ve hiç alakası yoktur.
Hocam, Şakku’l Sadr ve Şakku’l Kamer olayları, bu konudaki çıkışlarınız…
İsrafil Balcı: Net söyleyeyim o zaman onları. Şakku’l Kamer meselesi, Şakku’l Sadr olayı aslında yani diyorum ya, ben çok net çıkış yapmışım gibi gözüküyor, insanlar öyle algılıyorlar. Aslında benim yaptığım sadece ne biliyor musunuz, geleneksel telakkilerle var olan iddialara tersten bir soru sormak. Şakku’l Kamer olayı nedir, Şakku’l Sadr olayını söyleyeyim önce, hani o daha öncedir ya. Bu 2 hadise de peygamberimizin nübüvvetinin delili ve mucizesi olarak sunulur. Şakku’l Sadr olayı göğüsün yarılması, peygamberimizin göğsünün yarıldığı iddia edilir. Peygamberimizin 2 kez göğsünün yarıldığına dair genel bir kabul vardır, çok çelişkilidir kendi içerisinde bu kabul ama aslında rivayetlere bakarsanız 4 kez göğsü yarılmıştır, 2 kez değil. Dördünü birlikte söyleyeyim. Bunun 3 tanesi risaletten öncedir, 1 tanesi risaletten sonradır. Risaletten önce olan birisi ile risaletten sonraki alınmıştır arada 2 tane şey buharlaştırılmıştır. Birincisi 3 yaşındayken oldu, ikincisi 10 yaşındayken oldu, üçüncüsü peygamberimiz Hira’dayken oldu, dördüncüsü peygamberimiz risaletten 2 yıl öncesinde yani nübüvvetin yaklaşık 10-11. yıllarında oldu. Bu çok ilginç. Bakın risaletten 11 yıl sonra, yaklaşık 51-52 yaşlarında. Hadi 50 diyelim, düz olsun. Şimdi bütün olay nedir, göğüs yarıldı, peygamberimiz kalbi temizlendi. Bunu da İnşirah suresi ile ilişkilendirdiler. Doğru mu hocam?
Evet.
İsrafil Balcı: Peki, geleneksel yorumlara bakınız özellikle çocukluk dönemindekine atıf yapılır ve onun kalbinin şeytani kir ve vesveselerden temizlendiği iddia edilir. Doğru mu hocam?
Evet.
İsrafil Balcı: Yani iddia olarak söylüyoruz bunu. İddia olarak var, doğru ama iddianın kendisi baştan aşağı fecaat, o ayrı. Peki, 3 yaşındaki çocuğun ne şeytani kir, vesvese olacak, üstelik bu şeytani kir, vesvese, günah dediğiniz somut bir şey mi ki böyle deterjanla yıkayacaksın? Geleneksel kabul açısından söylüyorum. Madem peygamberin kalbi böyle temizlendi, Risalet’ten 10 yıl sonra bir daha temizleniyor. Demek ki, peygamber epey bir vukuat işlemiş hocam.
Kirleniyor.
İsrafil Balcı: Bu mudur sizin peygamber algınız.
Aslında peygambere hakaret oluyor.
İsrafil Balcı: Bu mudur sizin peygamber algınız. Siz peygamberinize hakaret ediyorsunuz diyorum ben. O zaman İsrafil Balcı, nedir bu işin olayı? Hocam, bu Zerdüştlükten alınmış bir hikâyedir ve Rasulullaha uyarlanmıştır. Risalet öncesine vurgu yapmamın nedeni bu işte çünkü Zerdüşt peygamberlikten önce 30 yaşlarındayken Azerbaycan’daki bir dağın üzerinden bir melek eşliğinde göğe yükseliyor, ondan sonrası bizim bildiğimiz Miraç. Allah’ın yanına, geliyorlar, Allah onu sağ tarafına oturtuyor ve onun başını tutuyor, kendi nefesinden üflüyor ve böylece onu ezel-ebed bilgisiyle donatıyor, ona felekler gezdiriliyor, cennet-cehennem gösteriliyor, dönüşte de Firişteliler Zerdüşt’ün kalbini yarıyorlar ve içini açıyorlar şeytani kir ve vesveselerden temizliyorlar ve kapatıyorlar ama onlar bakırdan kapatıyor, bizimkisin de dikişle kapatılıyor aradaki fark bu, dikiş izlerini bile gördüm diyenler var. Hikaye bu. Bakın şimdi, Zerdüşt’ün başından geçen hadise, bu hikâye Risalet’ten önce olduğu için bizim gelenekte Rasullulah’a bunu uyarlayacak yer bulamıyor hocam. O yüzden 2-3 yaşlarındaki çocukluk dönemine gidiliyor çok kapalı bir devre orası, oraya yerleştiriyorlar, tutmuyor.
Zaten fazla bir bilgi yok.
İsrafil Balcı: Bilgi yok, oraya yerleştiriyorsunuz bunu ve böylece bir hikâye başlıyor, ümmeti Muhammed de bunu yutuyor. 21. Asrın insanı 1400 sene önce üretilen bu hikâyeyi yutuyor hocam. Ve ne hazindir ki bunu dillendirdiğiniz zaman ben uçuyorum, millet yutuyor, yani benim kötü olan. Daha ilgincini söyleyeyim, bizim akademisyenlerin düştüğü rezalet, fecaat ve zillet. Bunlar da diyorlar ki, bu çocukluk dönemindeki manevi temizlenmedir deyip kurtuluyorlar. Diyorlar ki, Risalet’ten sonra da 1 sefer oldu dolayısıyla da 2 kez olmuştur. Peki, Risalet’ten sonra olduğunun delili de İnşirah suresidir diyorlar. Açın bütün nüzul âlimlerini, bütün nüzul bilgilerini derleyin toplayın çarpın çırpın sonuç nedir, İnşirah suresi risalet’in ya 3 ya 4 bilemedin 5. yıldan sonra değildir ama sizin Miraç dediğiniz, göğsünün yarıldığı dediğiniz risalet’ten sonraki hadise risaletin 11. Yılında. Hiç mi tarih bilginiz yok, hiç mi kronolojin yok, hiç mi mantık denen bir hadiseden haberin yok? Ve bizim ilahiyatçılarda bunu İnşirah suresi diye millete yutturuyorlar. Bir tanesi de bana ayar vermeye çalıştı, ben de ağzının payını verdim. Peygamberin risalet öncesiyle ilgili bir makale yazmış orada da diyor ki, bu İnşirah suresi ile alakalıdır. Düşünebiliyor musunuz? O zaman ne çıktı ortaya, demek ki peygamberimiz temizlenmişti bir de işin farklı bir boyutunu söyleyeyim, 3 yaşında temizlenmişti 37 yıl peygamberliğine kadar hiç vukuat işlemedi, peygamber oldu 10 yıl hiç vukuat işlemedi, 10 yıl sonra peygamberlikte bir daha vukuat işledi ve 10 yıl sonra bir daha resetleme yapıldı. Bunu kabul ediyorsanız buyurun mübarek olsun. Tam bir saçmalık, tam bir safsata. Bütünüyle Zerdüştlükten peygamberimize uyarlanan bir hikâye.
Şöyle diyebilir miyiz hocam? Peygamberin süt annesi olayı da çok gizli ya, hazır bu kısmı da peygamberimizin sünneti, doğduğunda sünnetli doğdu söylemi var ya onu tam o esnaya ekliyorlar aslında.
İsrafil Balcı: Onun da alakası yok hocam…
Araplarda olan bir sünnet olayını Müslümanlığa atıyorlar.
İsrafil Balcı: Onun da alakası yok. O sünnet Arap geleneğidir, daha doğrusu Arap’ta değil daha öncesinde var olan eski Mısır’a kadar giden çok eski bir gelenek. Kur’an buna karışmamış bugün de devam ediyor ayrı mesele ama Araplar doğan çocuğu 1 haftalıkken sünnet ettirirler. Akika kurbanı keserler ve sünnet ettirirler. Nitekim Rasulullah da doğduğu zaman aynı şekilde dedesi Akika kurbanı kesmiştir ve sünnet ettirmiştir. Peygamberimiz sünnetlidir yani. Hani derler ya, peygamber sünnetli doğdu diye. Peygamber sünnetli doğdu demek ne demektir biliyor musunuz, buna hipos padiyas derler. Bu durum tıptaki doktorların en sıkıntılı ve tedavi edemedikleri hastalıklardan birisidir. Çünkü hipos padiyas dediğimiz arızalı bir doğumdur ve affedersiniz idrar yaparken üzerine aşağıya doğru düz akamaz ve ona delik açarlar düz akması için ama vücut onu tekrar kapatır, o yüzden bu ameliyat sık sık yapılır çok zor bir ameliyattır. Bu bir nakisadır yani bizim gelenek peygamberimizin sünnetli olduğu iddiasını ortaya atmış.
Tıbbi olarak da epey sıkıntılarının olduğunu söylüyorlar.
İsrafil Balcı: Aynen öyle.
Hatta sünnet olmak epey sıkıntılı.
İsrafil Balcı: Aynen öyle. Ben biliyorum yakınımdan birisi de benzer bir süreç yaşamıştı. Dolayısıyla bunu da oraya sıkıştırmışlar ama hiç alakası yok. Geldik Şakkul Kamer’e. Şakkul Kamer meselesinin özünü söyleyeyim ben değerli kardeşim. Şakkul Kamer meselesi, peygamberimiz henüz Taif’e gitmeden önce yani Ebu Talip’in vefatından kısa bir süre sonra peygamberimiz Taif’e gidiyor ve gitmeden 22 gün önce bir ay tutulması yaşanıyor Mekke’de. Bakın buraya dikkat edin. Mekke’de bir ay tutulması yaşanıyor o sırada peygamberimizin Mina’da olduğu söyleniyor, Mina’da olur başka yerde olur ama diyor ki, şu gördüğünüz olay var ya işte bu Allah’ın bir ayetidir, bir delilidir. Bu kadar söylüyor. Yani ayın bir kısmının kararması bir kısmının yarım kalması ve kızıl hale gelmesi çünkü bu önemli bir hadise. Bunu bu şekilde Allah’ın ayetidir, Allah’ın delilidir, Allah’ın sayesinde gerçekleşiyor, söylediği budur. Bunu getirmişler buradan geleneksel rivayetinde, peygamberimiz ayı yardı yarısını bir dağın tarafına, yarısını bir tarafa veya yarısı düştü yarısının ne olduğu belli değil gibi hikâyeler başlamış buradan. İşin özü budur, bunu da getirmişler Kamer suresi ile ilişkilendirmişler. Kamer suresi de 6-7. yıllarda nazil olmuştur dikkat edin. Yani bu hadiseden çok daha önce nazil olmuştur ve ilginçte bir şey söyleyeyim, ayette diyor ki; ‘’ikterabatissatü ve inşaggalgamer.’’ Kamer suresini okuyanlar bilirler surenin başlangıcı ve muhtevası daha çok kıyamet saatine yakın zamanda vuku bulacak hadisata dair dehşet verici sahneleri anlatır ve bunları da mazi fiiliyle anlatır ama gelecek ifade eder. Mesela gök dürülecek, yıldızlar dökülecek derken dürüldü, döküldü anlamlarında direk ifadesi budur. Bura ne diyor, ikterabattissatü, saat yaklaştı ve şaggalgamer, şagga yani ay yarıldı. Aslında burada, saat yaklaşacak, ay yarılacak diyor. Bakın şimdi sevgili kardeşim, şu garabete bakar mısın? Ayet diyor ki, ay yarılacak ne zaman saat yaklaştığı zaman. Saat yaklaşacak ki ay yarılsın anlamı bu mu, saatten kasıt nedir, kıyamet saati değil mi. Peki, kıyamet saati geldi mi hocam?
Hala devam ediyoruz.
İsrafil Balcı: Devam ediyoruz. Günaydın diyorum, ay yarılmamış. Söylediğim bu.
Yani ayet çok ileri bir zamanı söylüyor.
İsrafil Balcı: Yani. Kur’an birçok yerde gelecekte son saate yakın kurulacak hadisata dair dehşet verici sahneler anlatır, muhataplarını uyarır. Gelecek zaman değil de mazi fiil kullanır. Şimdi bu hadiseyi getiriyorsunuz peygamber zamanında oldu bitti diyorsunuz. Olayın özü bir ay tutulmasıdır, peygamberimiz de diyor ki, bu Allah’ın bir ayetidir, bu kadar. Zaten devamındaki ayette “veinyeravu ayeten” ayeten diyor bakın, ayeten. Ayeten ne demek biliyor musun, bu Müşrikler herhangi bir mucize görseler bu da gelip geçici sihirden başka bir şey değildir derler. Çünkü Peygamberimiz bu çok önemli bir hadise, bakın bu Allah’ın ayetidir deyince, Muhammed aya büyü yaptı diyorlar. O yüzden bu söylemler devam edince ayette de ifade edildiği üzere, “onlar gerçekten bir mucize görseler bile bu büyüden ibarettir derler”. Ama birincisi zaten görmediler, ikincisi de eğer bu iddia edildiği gibi ay yarılması gerçekten vuku bulmuş bir olay olsaydı “veinyerav ayeten” demez ona, ayeten nekle bir kelimedir her hangi bir ayet, ayete der yani o bir önceki el ayet der bir öncesine atıf yaparak. Yani böyle bir ayeti gördükleri zaman gelip geçici bir büyüdür derler, dil gramer bakımından bile tutmuyor, anlatmaya çalıştığım bu.
Hocam, belki tarafınızdan çok basit görülebilir ama kadınların gerçekten çok büyük bir kanayan yarası, kimse de buna el atmak istemiyor. Hayzlı kadın oruç tutabilir mi? tartışmaları henüz belli bir kesim tarafından sindirilememişken, hayzlı kadın namaz kılabilir düşüncesini kısaca biraz yorumlayabilir misiniz? Biz orucu dahi kabullenemiyoruz şu anda hatta.
İsrafil Balcı: Biliyorsunuz ben “Namaz” kitabımda buna bir bahis açtım, hayzlı haldeyken kadınların oruç tutabileceklerini, namaz kılabileceklerini söyledim ve hala da aynı iddiamdayım. Hayzlı kadın oruç tutamaz diye Kur’an’da bir kısıtlama yoktur, hayzlı kadın namaz kılamaz diye de bir kısıtlama yoktur. Kur’an ne zaman namaz kılınmayacağını belirtir. Abdestin olmadığı zaman namaz kılamazsın ama hayzlı kadın namaz kılamaz diye bir şey söylemez. Nitekim de Bakara suresi ve diğer ayetlerde kadınların halleriyle ilgili ayetlerde hiçbir zaman kadın bu haldeyken namaz kılamaz fakat şimdi olduğu gibi o dönemdeki insanlar rahat veya kendilerini temiz hissedemedikleri için, hijyenik imkanları daha sınırlı olduğu için eğer kadın kendisini temiz koruyamıyorsa yani temiz olduğundan emin değilse kılamayabilir diye bir açıklık bırakılmıştır, yoksa kadın kendisini temiz hissediyorsa çok rahatlıkla namaz kılabilir. Hiçbir sıkıntı yok, hiçbir kısıtlama yoktur bu konuda. Bakınız daha öncesinden hayzlı kadın namaz kılamaz diye fetva verenler şimdi döndüler benim bu namazla ilgili kitabı yazdıktan sonra, çünkü orada kadınların özel hallerinde namaz kılıp kılamayacakları meselesini tartıştım, burada bütün detayıyla verdim Kur’an hangi hallerde namaz kılacağını, hangi hallerde kılamayacağını belitmiş. Burada, 214. Sayfada, bu eski baskıdır. 214. Sayfada buna yer vermişim. Mesela Maide suresinde 6. Ayet, abdest alma konusu açıklanmış hocam. Burada ne diyor, ”Ey inananlar, namaz kılacağınız zaman yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı ve ayaklarınızı topuklarınıza kadar mest edin”, bu kadar. Abdesti tarif ediyor burada, devamını okumuyorum zamanımıza müdahale etmemek için. Başka bir şey daha söyleyeyim buna ek olarak, “Mest edin, şayet cünüp iseniz iyice temizlenin. Allah size zorluk çıkarmak istemez”. Devamı bu. Geldik şimdi Bakara 222’ye. “Sana ay halindeyken kadınlarla birleşmenin hükmünü soruyorlar. De ki, ay hali zahmetli bir durumdur, bu halde olan kadınlarla cinsel ilişkiye ara verin, ay halleri geçip iyice temizleninceye kadar cinsel ilişkide bulunmak için onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın emrettiği yoldan (yani meşru bir şekilde) onlarla aile hayatını devam ettirin”. Burada bu haldeyken namaza yaklaşmayın diye bir şey çıktı mı?
Şey gibi hocam, Bektaşi’nin lafı gibi. “Namazda anlamaz mı beni Allah” diyor. Ayetin devamını okusan deyince “ama ben hafız değilim, okumam” diyor.
İsrafil Balcı: Evet, çok güzel. Bakın ben o yorumu unutmuştum, ben hafız değilim. Orası güzel oldu, evet. Şimdi bir de Nisa 43’de başka bir şey var, havada kalmasın ayetleri söylemek istiyorum. “Ey iman edenler, ne söylediğinizi, ne okuduğunuzu bilmeyecek kadar sarhoşken namaza yaklaşmayın”. Cünüpken namaza yaklaşmayın veya ay halindeyken namaza yaklaşmayın diye bir şey var mı? Namaza ne zaman yaklaşmayacağımızı söylüyor, “cünüpken boy abdesti alıncaya kadar namaza yaklaşmayın” diyor. Devamı, “ancak boy abdesti alıncaya kadar, cünüpken” bu ay hali değil, bunu karıştırmayın, daha çok bunu karıştırıyorlar. “ Ancak yolculuk sırasında boy abdesti alma imkânınız olmazsa başka”. Bakın burada açık kapı bırakmış, ondan sonra teyemmüme geçiyor. Yolculukta eğer cünüpsen ve su imkânın yoksa toprakla temizlen diyor. “Şayet hasta veya yolcu iseniz ya da küçük-büyük abdestinizi bozmuşsanız ve kadınlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız ve bu durumda su bulamamışsanız temiz bir toprak alın teyemmüm yapın”. Hocam buradaki bu kadar açık detayı anlatan bir kitap ay halindeyken eğer kadın namaz kılmayacaksa hiç buna değinmez miydi, haşa Allah bunu mu unuttu. Yolculukta bile ola ki böyle bir şey yaparsanız, yani cinsel ilişkide bulunursanız ama su bulamazsanız teyemmüm edip öyle namaz kılın diyor da, ay halindeki kadının namaz kılıp kılamayacağını Allah unuttu. Böyle bir saçmalık olur mu? Bu nasıl bir dindir. O yüzden ben şunu söylüyorum, bizim bu meseleleri, dini konuları anlamamız için birinci referans kaynağımız vahiydir. Eğer biz klasik fukuhanın içtihatlarından, yorumlarından gidersek bizim yolumuz asla aydınlık bir sokağa çıkmaz. O yüzden ben ne derim, vahiyle yol haritasını belirleyen insanların yolu otobandır. Eğer vahiy değil de rivayetler veya geleneksel algı üzerinden siz dini konuları tanımlamaya kalkarsanız, işin içerisinden çıkamazsınız benim bu İsra-Miraç rivayetlerinde debelenip dolandığım gibi. Şimdi klasik fukuha böyle bir yorumda bulunmuş, ben içtihatta bulunmadım benim böyle bir derdim de yok. Ben sadece ayetleri sıraladım, bu meselenin ne olduğunu anlattım ve namazla ilgili kitap yazmış adamım çünkü bu önemli bir mesele ben de buna değindim ve işte, ayetler dedim. Bunların haricinde namaza nasıl yaklaşılacağını, yaklaşılmayacağını Kuran açık bir şekilde bütün detaylarıyla ayetleriyle ortaya koymuş. Var mıymış hocam burada ay halindeyken kadın namaz kılamaz diye, yok. Ama rivayetlerde peygamberimize sorulmuştur hani ayette de diyor ya bir eza, zahmetli bir iştir, zahmetli olduğu zaman bu yükümlülüğü isterseniz yerine getirmezsiniz ama kendinizi temiz hissediyorsanız mesela o haldeyken her an her saniye kadın öyle değil biliyorsunuz, belirli periyodik aralıklarla akıntısı gelir. Kendisini temiz ve hijyenik bir şekilde koruduktan sonra ki günümüzde petler falan gibi şeylerle korunuyor, sonuçta kadınlar bizim annemiz, bacımız bu bizim insani bir durumumuz ve bunları konuşmakta bir sakınca görmüyorum.
Doğal bir durum hocam.
İsrafil Balcı: Aynen. Kadınlara özel korunma ürünleri gibi malzemelerle korunduktan sonra ve kadın da kendini temiz hissettikten sonra yani çok rahatlıkla namaz kılabilir. Temizlikten kastım, üzerine kan bulaşmamızsa çok rahatlıkla abdestini alıp namazını kılar orucunu da tutar. Benim eşim orucunu tutar, tamamen kendi halindedir, kendi aile hayatımdan söylüyorum.
Ben orucu tutturuyorum da hocam, namazda hala kandıramadım.
İsrafil Balcı: Namazı bizimki de kılmıyor. Netice itibariyle biz cevabımızı verdik. Dolayısıyla kadınlarla ilgili namaz konusunda söyleyeceklerim budur. İstersen sana biraz İsra-Miraç’ın ne olduğunu birkaç cümleyle özetleyeyim.
Çok iyi olur hocam.
İsrafil Balcı: Çünkü en temel problemlerden birisi. Değerli kardeşim, bizim geleneğin en çözemediği konulardan birisi ne biliyor musunuz, kavramlara yüklediğimiz anlam. Biz kavramlara sonradan yüklediğimiz anlamdan hareket ediyoruz ama kavramın metnin ilk anlamının ne olduğunu maalesef kaçırıyoruz. Size şuradan bir tane eski baskıdan bir şey göstereyim. Bu İbni İshak, Rasulullah’ın hayatını yazan ilk siyer kitabı peygamberden 150 yıl sonra yazılmış. Burada bir bahis vardır açıp bakalım.
Hocam, adını bir daha söyler misiniz?
İsrafil Balcı: İbni İshak. İbni İshak’ın Siret’i, bu tercüme. Sezai Özel diye birisi tercüme etmiş. Kitabın sonlarına doğru bir bölüm vardır. Tercümesi şu, siz de görün. Miraç olayı. Burada İsra anlatılıyor kitapta buradadır, İsra anlatılıyor ama hocamız bunu Miraç diye çeviriyor niye biliyor musunuz hocam? Kavrama yüklediğimiz anlamın ne olduğunu bilmiyoruz ki.
İsra bizim için Miraç.
İsrafil Balcı: İsra ayrı, Miraç ayrı bir rivayet. İsra yolda yatay normal yürüyüşümüz, Miraç ise yukarıya çıkış, yükseliş. Kitap İsra’dan bahsediyor, hoca çevirirken Miraç diyor. Bu neyi gösteriyor? Kavrama yüklediği anlamın ne olduğunu bilmiyor. Dolayısıyla benim gördüğüm İsra ve Miraç kavramları sanki aynı olayı ifade ediyormuş gibi algılanmış ve İsra ve Miraç bir birinin devamı ve tamamlayıcısı iki olay gibi sunulmuştur. Oysa Miraç benim bulduğum orijinal tespitlerden birisi, İsra olayından sonra değil İsra olayından yaklaşık 3 veya 4 yıl önce Rasulullahın gördüğü bir rüyadır. Bu nedenle de İbn Sa’d Hz. Peygamberin hayatını, Tabakat’ı yazan ama ilk 2 cildini peygamberimizin hayatını hasseden İbn Sa’d, Miraç’la İsra’yı ayırır bir birinden biliyor musunuz? Miraç’ı önce zikreder daha sonradan İsra’yı ayrı bir olay olarak zikreder. Ne hazindir ki, daha sonradan İsra’nın akabinde olduğu iddia edilen Miraç İbn Sa’d’a kadar İsra’dan önceyken, İbn Sa’d dan sonraki süreçte İsra’dan sonra vuku bulmuş olay gibi sunulur. Dolayısıyla da ben şunu söylüyorum, Miraç bütünüyle rivayetlerden müteşekkil bir kurgudur, asla Kur’an’a dayanmaz, asla İsra olayıyla alakası yoktur. Kur’an sadece İsra’dan bahseder, peygamberimizi Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürüldüğünü söyler, hiçbir detay vermez. Geleneksel yorumlarda bu olay ayette dediği gibi peygamberimizin gördüğü iddia edilen bir takım olağanüstülüklere surenin 60. Ayetini “eraynâke ruya” ifadesini gösteriler, bununla hiçbir alakası yoktur ve 1 tek ayettir, Kuran İsra ile ilgili başka bir detay vermez. İsra suresinin 60. Ayetindeki “eraynâke ruya” ifadesi aslında bakınız İsra hadisesi hicrete yakın dönemde nazil olan bir suredir ve Rasulullaha bir çıkış yolu sunulacaktır. Rasulullah bu dönemde bir takım rüyalar görür, kendisine bir çıkış yolu sunulacağına nitekim de “bana bir yer gösterildi oraya gideceğiz, eğer serat, hurmalık bir yer olsaydı derdim ki kesin buraya gidiyoruz”. Serat dediği Yemen’le Taif arasında bir vadi ama hurmalık ve yeşilliklerin olduğu bir yer. Rasulullahın böyle rüyaları vardır. “Legadsagallahu Rasulehu rüya bilhakkı” diyor ya hani Fetih suresinde de. Dolayısıyla da böyle Rasulullahın ruyasına atıf yapar. Dolayısıyla da İsra olayının bu 60. Ayeti Medine’ye açılacak bir kapıya işarettir, peygamberin rüyasına atıf yaparak senin o gördüğün rüya gerçekleşecek bağlamında bir mesajdır ve hiç alakası yoktur İsra ile. Miraç olayı ise, İsra’dan çok daha önceki döneme ait bir anlatıdır, muhtemelen risaletin 6-7. yıllarında Rasulullahın gördüğü bir rüyadır ve bu rüya getirilmiş Necm suresi ile ilişkilendirilmiştir. Necm suresi dikkat edin peygamberimizin Kabe’de ilk açıktan okuduğu suredir ki, 4,5 – 5. Yıllarda nazil olmuştur. Şimdi düşünebiliyor musunuz, 5. yılda nazil olan bir sureyi getiriyorsunuz 11. yılda nazil olan sureden sonra vuku bulduğu iddia edilen bir olayın delili sunuyorsunuz. Bu nasıl bir saçmalıktır. Ondan sonra bana diyorlar ki, insanlar yanlışta ittifak etmezler, bu kadar alimler yanlış yaptı da sen mi doğrusun İsrafil Balcı. Mugatil Bin Süleyman’ı kenara çıkaralım getirin bakın bütün müfessirler yanlış yapmış hocam, ben ne yapayım.
Çoğunluk yanılgıdadır.
İsrafil Balcı: Evet, genelde de çoğunluk yanılgıdadır aynen dediğiniz gibi. Yanılır. Olay bu kadar basit. Dolayısıyla da İsra ve Miraç’ı bir birinden ayırmak gerekir diye ifade ettim. Benim bulduğum orijinal şeylerden bir tanesi budur, İsra’dan önceki bir rüya anlatısıdır. O rüyanın özü de şudur, İbn Sa’d şöyle anlatır; ‘Rabbimden rüyamda öğlen uykusunda”, bir de işin garip tarafı İbn Sa’d bunun gündüz öğlen kaylüle derler ya, öğlen uykusunda gördüğü rüya, İsra ise gece olayı. Düşünebiliyor musun, biri gece bir gündüz. Bu kadar komedi olmaz. Bu İslam tarihi olayları böyle sevgili Abdülkadirciğim. O yüzden insanlar bana diyorlar ki, hocam bunları nereden buluyorsun, nasıl okuyorsun, hangi kaynakları okuyup da bunları buluyorsun. Aynı kaynaklar, ben de sizin gibi hadisleri okuyorum, ben de siyer kaynaklarını okuyorum, ben de Kuran okuyorum ama ben Kuran okurken öyle birileri gibi millete caka satmıyorum veya birileri gibi kopyala yapıştır da yapmıyorum. Kıble olayını okuyacağım zaman ayetin metnini kendim okuyorum ne anlıyorum buradan, ondan sonra bakıyorum ki başkaları ne anlamış. Çünkü bunu ben bu tercümeyle okuduğum zaman benim zihnim karışıyor, buradaki yanlış bir kelimeyi göremiyorum ve ben de onun üzerinden gidiyorum. Bu aynen şeye benziyor hani insana yeryüzünün sorumluluğunu vereceğim diyor ya orada “ceğale” fiili kullanıyor, bizimkiler o “ceğale” fiilini getirmişler insanı yaratacağım demişler. Allah yeryüzünde insan yaratacak meleklerde diyor ki, “ya rabbi sen kan döken birisini mi yaratacaksın” diye soruyorlar ya işte orada “ceğale” fiili kullanıyor. Yani yeryüzünün sorumluluğunu insana vereceğim diyor, meleklerde o insanın o dönemde var olduğunu bildikleri için diyorlar ki sen kan döken birisini mi yaratacaksın. Bakın bir takım önermelerimiz olacak, mantığa çok önem veriyorum ben. Önermelerimiz nedir, gaybı Allah’tan başkası bilemiyor muydu, doğru mu? Peki, melekler nasıl biliyorlarmış daha yaratılmayan insanın kan dökeceğini? O yüzden bende böyle tersten soru soruyorum, yoksa benim fazla bir şey yaptığım yok. Ben siyerciyim, sadece siyer konularındaki meseleleri irdeledim irdeledikçe bu tür yanlış telakkiler çıktı, zaten de ne yaptım siyerle ilgili kıbleyi görünce namazında eksik olduğunu gördüm ‘Namaz’ kitabını yazdım. Aslında namaz ve kıble diyecektim ama ‘Hz. Peygamber ve Namaz’ demeyi tercih ettim peygamberin namazı nedir diye yazdım. Mesela ‘Hz. Peygamber ve Gayb’ diye kitap yazdım. ‘Mucize’ yazdım, ‘İsra-Miraç’ yazdım ve hepsi sinir uçlarına dokunacak konulardı. Şimdi de oturdum kendime göre bu temel problemler ‘Hz. Peygamberin Savaşlarda İlahi Yardımı’ diye bir şey yazdım. Peygamber yattığı yerde savaş kazanmış mı acaba sorusunu sordum, bakalım öyle miymiş bu yardım. Melekler geliyormuş savaşıyormuş, öyle miymiş bunları zikrettim. Şimdi de döndüm nüzul döneminin kronolojisine göre bir siyer yazmaya çalışıyorum. Bütün yapmaya çalıştığım, bütün gayretim, bütün hedefim Rasulullahı doğru anlamak ve doğru algılayabilmek. Proje adamı diyorlar, İsrail ajanı diyorlar, oryantalist diyorlar ne dererse desinler bir yerden bir para alınmışsa ki ben kitaplarımdan da para almıyorum. Bakın her gün birilerinin kirli işleri çıkıyor…
Bu son olaylardaki kişiler Adnan hoca, Oktar Babuna, Fetö aslında bunun 15 Temmuz olayları vs…
İsrafil Balcı: Sevgili dostum ben bazen yazılarımda da yazarım Fetö din algısıyla, Fetö ile mücadele edilmez derim genelde ben. Neden böyle söylüyorum, maalesef cemaat, tarikat işi bizim kanayan bir yaramızdır. Bu kanayan yaramız olduğu için düşmanı net göremiyorsun. Fetö’nün bu topluma yaptığı en büyük zulüm neydi, Abdülkadir ile İsrafil’in yanında bizden daha Müslüman, geçiyor bir seküler hayata onlarla orada içki içiyor. Gerekirse cihat uğruna namusunu bile satabiliyor. Böyle olduğu için bu bizim içimizde büyüdü ama birçoğumuz bunu tanıyamadık. Bütün mesele nedir, rivayet üzerine kurulu kodlarla insanlara din pazarlamak, din üzerinden sermaye biriktirmek, dünyalık elde etmek ve saltanata din üzerinden ulaşmak. O nedenle böyle olduğu için bunlar örgütsel bir yapı oluşturuyorlar ve hep gizli gündemleri vardır, bunların hiçbir zaman din dertleri de yoktur. Ben 2002 yılında derslere girmeye başladığımda sanırım ya 2004 dür ya da 2005 ama muhtemelen de 2004 dür, eğitim fakültesinde din kültürü ahlak bilgisi derslerine giriyordum, o zaman demiştim ki, benzer bir soru sorulmuştu bana bu Fetö dediğiniz bu tür insanlar var ya bunlara benzer insanların vallahi billahi din hassasiyetleri olduklarına kesinlikle inanmıyorum demiştim. Bir kız çocuğu ağlamıştı sınıfta, Allah size hidayet nasip etsin hocam demişti bana. Ben çok zeki bir insan değilim, biliyorum kendimi… Yani kör bakarsanız göremezsiniz. Bakın ne oldu, bu insanlar Allah-Peygamber diyerek, din satarak ama dini de hurafeden beslenerek, hurafe ile kodlanmış din satarak bu insanların samimi duygularını çaldılar. Bakınız benim telefonuma adamın biri daha bugün video atmış Adnan’ın Fetö’ye nasıl güzelleme çektiğini. Bunların hepsi bir birine al gülüm ver gülüm. Fetö nereden beslendi, Mehdilikten beslendi, Adnan nereden besleniyor Mehdilikten besleniyor.
Edip Yüksel noktasında düşünceniz nedir hocam?
İsrafil Balcı: Ona geçmeden önce şunu da söyleyeyim. Dikkat edin bunların ortak noktası da hepsi dış bağlantıları ve kadın bağlantıları üzerinden kumpas. Dikkat ediyor musun yani Mehdilik, kadın ve dış bağlantı. Bu nasıl bir dindir.
Kalpazanlık.
İsrafil Balcı: Kalpazanlık. Fetö’nün önemli adamlarından biri vardı Kerim Balcı, hani Cumhurbaşkanı o akşam derdest edilecek diye bekliyordu hala tutuklanmadı falan, kel kafalı bir adam.
Amerika’dan yayın yapıyor.
İsrafil Balcı: Evet. Akıllı bir adam. Yıllar önce ben daha üniversitede araştırma görevlisiydim o zaman, Allah aşkına sen akıllı bir adamsın bu ağlayan adamın peşine neden düştün dedim. Hocam, onu ahirete gidince göreceğiz dedi. Böyle de akılları uyuşturuyor. Bakınız bugün Adnan’ın yaptığı da nedir, aynı şekilde kadın üzerinden insanların özelini çekiyor, arşivliyor bir gün hata yaparsan gösteririm ha diyor ve bu insanları böylece avladılar. Oktar Babuna’nın yaptığı neydi, Türkiye’nin gen haritasını götürüp verdiler. Bunlar için biz her zaman bağırmaya çalıştık, sesimiz de bu odanın dışına çıkmaz ama elhamdülillah tarih bizi doğruladı. İnşallah bu tür yapıların ne kadar kirli ilişkilerinin olduğu daha çok ortaya çıkar ve insanlar kanmazlar. Söyleyeceğim bu. Edip Yüksel ile ilgili meseleye gelirsem…
Metin Yüksel’in ağabeyi.
Metin Yüksel’in ağabeyi, Molla Sadrettin hoca…
Onların şarkılarıyla büyüdük.
İsrafil Balcı: İşin garip tarafı 3 gün önce de Norşin’deki medresedeydim ben, yani Edip’in babasının ki o medrese çok meşhurdur, onun yetiştiği yere ziyarete gittim. Çok katı bir yapıdır, Edip o yapının içinden çıkmış ve son derece eleştirel düşünebilen birisi. Tevhid davası olan birisi fakat söylemi benim gibi biraz tepki çeken birisi, özellikle bütün konuyu 19’a sabitlemesi ciddi bir problem gibi gözüküyor bana göre çünkü diyor ki, 114 sure var İbni Mesud’un mushafını alırsan muavizeteyn sureleri yok orada, Fatiha’da yok. Bu durumda onun sistemi çöküyor. Dolayısıyla da benim sistemime uymuyor diye Tövbe suresinin son iki ayetini yok sayar. Saysın saymasın o tarafı beni hiç ilgilendirmiyor fakat ben Kur’an’ı bu kadar sadece matematiksel ki evet Kur’an’da müthiş bir matematiksel sistem var bunu kabul ediyoruz fakat Kur’an’ın derdi kendisinin ne kadar mucizevi bir kitap olduğunu anlatmak değil. Kur’an’ın sade üslubuyla hani diyor ya Kitabı Mübin’dir diye, insanlar bunu da yanlış anlıyorlar onu da söyleyeyim. Kitabı Mübin’dir deyince insanlar her okuyan anlar sanıyor, bu her okuyanın anlayacağı bir kitap değil. Öğrencilere de aynen böyle diyorum. Her okuyan anladığı için bugün düştüğümüz durum budur. Kitabı Mübin’in anlamı nedir biliyor musunuz, ey müşrik Arap artık hakikatle batıl ortaya çıkmıştır, gerçek ortadadır ister buradan git ister buradan. Bu bağlamda Mübin’dir, yani sana hak ve hakikati veya yanlışı, eğriyi, doğruyu, düzgün olanını ortaya koyan bir kitaptır. Dolayısıyla Kur’an’ın derdi de muhatabına bu bağlamda mesaj verip onun idrakine seslenmektir. Yani ben ne kadar matematiksel bir kitabım bana bakın, ben ne kadar bilimsel bir kitabım bana bakın gibi bir derdi yoktur Kur’an’ın. Sağ olsun çok da nazik bir insandır, beni aramıştır da fakat Edip’in hep 19 mucizesine sabitlenmesini doğru bulmuyorum. Bazı söylemleri çok rijit gerçekten de, gerek yok. Bir de son dönemlere doğru görebildiğim daha çok milliyetçi bir söyleme dönüşüyor, bunu da doğru bulmuyorum. Biraz daha özenli bir üslup kullanmasını tercih ederim ama kendi bileceği iş. Benim hiçbir insana rezervim olmadığı gibi ona da bir rezervim yoktur ama ne doğrudan ne organik bir ilişkim vardır. Belki bazı noktalarda söylem itibarı ile rivayetlere karşı çıkmamız bağlamında ki mesela onlarda biz rivayetlerin hiç birisini kabul etmeyiz mantığı daha hakimdir, ben öyle bakmıyorum olaya. Ben diyorum ki, rivayetler olmadan bu dini anlayamazsınız siz. Neticede sizin elinizdeki Kuran’da rivayetle size. Öyle değil mi? Benim kastım Kuran’la ilgili bütün bilgileri biz rivayetle elde etmiyor muyuz? Bu Kuran’ı Ebubekir’le Ömer’in kitaplaştırdığını rivayetlerden öğrenmiyor muyuz, öğreniyoruz. Siz diyorsunuz bunun dışında hiçbir şeyi kabul etmiyorum, bu söylem doğru sonuca götürmez diye düşünüyorum.
Hocam, son bir şey sormak istiyorum. Hikaye anlatan, dini daha çok fakir bir peygamberi anlatarak zengin olan, bu cümle çok önemli. Bu tür hocalara karşı ne demek istersiniz?
İsrafil Balcı: Kuran’ın ifadesiyle söyleyeyim, din üzerinden sermaye biriktirip dünyalık taslayanlar midelerine ateş dolduruyorlar. Çok tehlikeli bir şey, Allah beni ondan uzak etsin. Elimden geldiğince öyle bir yanlış içerisinde olmayı doğru bulmuyorum.
Tüm ümmetin bunlar üzerinde vebali var mıdır?
İsrafil Balcı: Kesinlikle, onu söyleyecektim. Ben onların nasıl Hz. Peygamberin yüzüne bakacaklarını çok merak ediyorum. Sana, bana peygamberimiz üzerinden bir de fakir edebiyatı yapıp din pazarlıyorlar ki onu da yanlış söylüyorlar, din pazarlayıp Karun’laştılar. Bu çok tehlikeli bir şey.
Belam desek ağır mı olur?
İsrafil Balcı: Evet, aynı Belam. Hayır, hiç ağır olmaz. Her türlü sıfatı hak ediyor bunlar. Hele ki peygamber üzerinde yapılıyorsa… Mesela ben şöyle yorumluyorum, acaba yarın ruzi mahşerde peygamberimizle karşılaşsak ve peygamberimizde bu insanlara şöyle bir baksa acaba ne olur bunların hali, hiç utanmazlar mı. Nasıl olur da bu kadar istismar edilir sevgili peygamberimiz. Bakınız peygamberimiz fakir birisi değildi, iddialarımdan birisi budur. Peygamberimiz fakir yaşadı ama fakir birisi değildi. Peygamberimiz fakirliği ne zaman yaşadı, dede öldükten sonra amcanın yanında 17 yıl kadar kalıyor ve bu süreçte yaşıyor. Ama bu süreçte de peygamberimiz üreten birisiydi, yani ticaret yapıyordu. Zengin bir kadın olan Hatice ile evlendikten sonra peygamberimiz sanıldığı gibi hiçte öyle fakir edebiyatı yapıldığı kadar zor ve kötü bir dönem yaşamadı, ortalamanın üzerinde bir hayatı vardı. Medine’ye geldi zaten devlet başkanı oldu. Peygamberimiz bize şu mirası bıraktı, imkânlar içerisinde mütevazı hayatı öğretti, yoksa devlet başkanıydı hazineye geliyordu ve istediği gibi o hazineyi kullanabiliyordu. Nitekim bakın Hayber’in fethinden sonra peygamberimizin hanımları, sen buradan gelenlerin hepsini millete veriyorsun bize bir şey vermiyorsun diye peygamberimize karşı çıktılar ve Rasulullah’ı küstürdüler ki, Allah Rasulü niye benden dünyalık istiyorlar diye vermedi ve bir de ayrıca 1 ay kadar da yatağını ayırdı bunlardan. Neden bunu görmüyoruz. Sen böyle bir peygamber üzerinden fakir edebiyatı yapıyorsun ve zenginleşip Karun’laşıyorsun. Allah bunun hesabını çok kötü sorar ve Rasulullah’a yapılan en büyük ihanetlerden birisidir bu fakir edebiyatı, en büyük ihanetlerden birisidir. Bakınız, eşlerine vermedi diyedir onlarla küskünlüğünün sebebi. Daha sonra ne dedi ayet, iki tercih ya dünyalık ya peygamberin yanı. Ya Rasulullah, biz hata ettik sen ne istiyorsan dilediğin gibi hareket et dediler. Kur’an bizi uyarıyor. Kısacası peygamberimiz özellikle Medine’de hiçbir sıkıntı yaşamamıştır, fakir de değildir, bir devlet başkanı gibidir ama ilke bıraktı, dürüstlük bıraktı, mütevazı hayat bıraktı. Onun terbiyesiyle yetişen Hz. Ömer Sa’d bin Ebu Vakkas’ı Kufe’ye Irak cephesine gönderdiği zaman başkomutan, Kadisiye kazanıldıktan sonra Sa’d Kufe’de bir yerleşim bölgesi oluyor, askeri garnizon şehri ve Kufe’de bir hükümet konağı diyebileceğimiz bir konak yapıyor ve kapısına da kisranın eyvanının kapısını getiriyor yani sarayının kapısını getiriyor. Ömer bunu duyunca, Muhammed bin Esleme’yi müfettişiydi onu gönderir, eğer doğruysa git o kapıyı yak der ve yaktırır sen kisralara mı özeniyorsun diye. Başka ilginç bir talimat daha vardı, Kufe kamıştan yapılmıştır ilk önce. Kamıştan nasıl şehir olur, insanlar tuvaletini ve temizlik ihtiyaçlarını karşılamak için böyle bir şey yapmışlar, yangın olunca hepsi gitti. Dediler ki, ey Ömer kamışlar yandı insanlar taştan binalar yapıyorlar, ne yapacağız. Ömer dedi ki, yapın ama iki kattan fazla olmasın. Yani lükse kaçmayın. Peygamberimizin sahabesinin, Ebubekir’in, Ömer’in sonrasını demiyorum, Ali’yi de katarım ama Osman dönemi biraz problemlidir. Peygamberimizin bize bıraktığı, ümmetine bıraktığı en önemli miraslardan birisi mütevazı hayattır. Sürekli sünnet diyenlere de bir kapak olsun bu. Ama adam kefen pazarlayarak, terlik pazarlayarak oğluna 700 Milyarlık cip alabiliyor hocam. Bu adam dinin gerçek merkezinde temsilcisi, sen-ben de olduk zındık. Bu böyle bir dünyadır. Allah ıslah etsin.
Amin.
Hocam, Düşün Ve Kalk. Mütefekkir sosyal medya kanallarındaki takipçilerimizden var mı bir isteğiniz, bir sorunuz?
İsrafil Balcı: Birçok dostumun beni takip ettiğini biliyorum oradan. Onlara söyleyeceğim temel mesaj şu, hiç meraklarını yitirmesinler. Merak eden insan mutlaka araştıran, sorgulayan insan olur. O yüzden ne olur merakınızı yitirmeyin, ne olur vahyin rotasını çizdiği sınırlar çerçevesinde hayatlarını kurgulamaya çalışsınlar. Vahiyle yola çıkan insanların asla önlerinde bir sıkıntı ve karanlık olacağını düşünmüyorum. Bizim tek çıkar yolumuzun o olduğunu düşünüyorum ve vahyin ilkelerinden ayrılmamak koşuluyla sorumluluklarını yerine getirsinler. Hani birçok ayette diyor ya, Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik mücadele etsinler. Mümini nasıl tarif ediyor Kuran, inanan, salih amel işleyen. Biz inanan tarafında varız eyvallah ama salih amel konusunda sıkıntımız var. Salih amel nedir, insanların iyiliğini düşünmek, iyiden bakmak, bardağın dolu tarafından bakmak. Dostlarıma bu mesajı vermek isterim. Peygamberi anlamak için mutlaka en doğru kaynak olan Kuran ve vahyin rotasını çizdiği sınırlar çerçevesinde dini, geleneği, kültürü, peygamberi anlarlarsa emin olun daha isabetli, daha sağlıklı bir yol haritası belirlemiş olurlar kendilerine diye düşünüyorum.
Not: Bu röportaj 02.08.2018 tarihinde Sayın İsrafil BALCI’nın çalışma ofisinde yapılmıştır.
Abdulkadir KONYA