Askerliğini bitirince kaçak olarak Almanya’da vagon şirketinde 5 yıl çalışmış dedem. Köye gelen arkadaşları ile bana hep Alman çikolatası gönderirdi. Ben de çikolataları çoğaltmak için toprağa dikerdim. O zamanlar Telsim yurtdışına en az kontör yazan Gsm operatörüydü. Nenemin telefonundan dedemi gizlice arayıp gönderdiği çikolataların bir kısmını toprağa ektiğimi, hasat zamanı gelmeden Almanya’dan gelmesini arzuladığımı söylerdim. Benim için biraz daha çikolata parası biriktirip geleceğini; ama annemi üzmemek şartıyla bunu yapacağını söylerdi. Söz vermiştim. Hayatımın ilk sözünü orada vermiştim. Sonra annemi üzmeye başladım. Arkadaşlarımı üzmeye başladım. Önüme kimi kattıysam üzmeye başladım. Çok sonraları dedem Almanya’dan geri gelmişti. Biraz zaman sonra onu da üzmeye başladım. Eğer biri sorarsa bana dünyaya ne amaçla geldin diye, “üzmek” cevabını hep sol cebimde taşırdım. Sol cebimde taşırdım çünkü dedem koyu solcuydu. Onun yolunda yürümek her insana nasip olmazdı. Her yürek o davayı taşıyamazdı. Dedemin arkadaşlarından hep buna benzer sözler işitirdim. Dedem ismini hatırlayamadığım orak-kürek amblemli bir topluluğun gençlik liderliğini kısa bir süre yapmış. Muhafazakar kesimin liderlerinden sayılan muhtarın kızına aşık olmuş. Muhtar: “Kızımı komüniste kadın etmem!” diye vermemiş. Dedemin babası köyde hatrı sayılan biri olduğundan bu durumu gururuna yediremediğinden kızın babasının evini basmış. Anlayacağınız ortalık baya karışmış. Bu sebeple dedemi askere göndermeye karar vermiş. Askerden mektuplar göndermeye başlamış. Ben onsuz yapamam, nöbette kafama sıkarım tarzında tehditler ile istediği kadını alması için babasını ikna etmeye çalışmış. Babasının yüreği kaldırmayınca yaşanan tatsız olaylar yüzünden kızın babasına özür dilemeyi bahane ederek tekrar gitmiş. Babasının damarı kalın adamlardan olduğu söyleniyor. Nuh demiş peygamber dememiş, kızı vermemiş. Dedemin babası ise madem vermiyorsunuz gidin evlendirin biriyle oğlum umudu kessin yoksa askerde canına kıyacak demiş. Zaten kızın hazır talipleri varken en uygun olan biriyle evlendirmişler. Haber askerdeki dedeme gidince dedem askerden kaçıp köye gelip babasının dizinde sabaha kadar ağlamış. Babası bütün gece teselli edip elleriyle askere geri iade etmiş. Böyle acıklı bir hikayenin sonunda ise dedem askerden gelince hızlıca nenemle evlendirilip Almanya’ya kaçak yollarla gönderilmiş.
Annem evin tek çocuğu. Ben de evin ilk torunu olduğumdan dedem beni aşırı seviyor. Belki de annem muhtarın kızı olmadığından sevmiyor. Ama bu silsilenin suçlusu ben değilim. Belki de sonradan yüreği merhamete gelmiştir ve “Bu sabinin ne suçu var?” demiştir. Olamaz mı olabilir ama bunlar gerçekler gün yüzüne çıkana kadar bir teori olarak devam edecek.
Dedemin yeşil bir Toros’u var. Çocukluğum Toros’un şoför koltuğuna oturup çalışmayan arabanın direksiyonu sağa sola çevirerek araba sürdüğümü sanarak geçti. Ayaklarımın arabanın gaz pedalına bile yetişmediği zamanlardı işte. Jaguar bile satın almışlığım var. O günlerin keyfini vermedi. Dedemin babası ben aguya bugu derken ölmüş. Yani görmedim. Gördümse de hatırlamıyorum. Dedem Almanya’dan geldikten 3 sene sonra öldü. Hayatın acımasız gerçeği ya, annem babam da elbet bir gün ölecekler. Ben de öleceğim. Sanırım bu kadar ciddi bir oyunun içerisinde ölümsüzlüğü dilemek dünyanın en aptal işi olmalı. Lokman Hekim ölümsüzlük iksirini sanırım bu yüzden nehire attı. Bu iksiri Yahudilerin bulduğu söylentileri mevcut. Lokman Hekim ölümsüzlük iksirini ağzı kapalı şişede nehire atmış olamazdı değil mi? Hadi bunu bir formül olarak kabul edelim ve bir kağıda yazdığını varsayalım. Ben canım sıkılınca kağıda ismimi yazdığım zamanlarda bile arkamda delil bırakmamak için kağıdı dörde bölüp çöpe atıyorum. Lokman Hekim bunu düşünmemiş olabilir miydi? Ben Yahudiler buldu varsayımına inanmıyorum. Eğer buldularsa getirsinler dedemin mezarına dökeceğim.
Bir keresinde emekli maaşını çekmek için çarşıya gideceğini gelirken de Toros’un arkasındaki bidonlara çeşmeden su dolduracağını söylemişti dedem. Ben de gitmek istemiştim ama Annem izin vermemişti. Evin duvarının iki köşesinin birleşim noktasına yüzümü dayayarak ağlamıştım. Dedemin içi bu duruma el vermemişti. “Kızım” dedi, “Torunumla arama girme”. Annem dedeme emir demiri keser bakışıyla: “Tamam baba; ama çikolata-cips isterse alma dişleri çürüyor.” demişti. Arka iki dişimdeki dolguyu dilimin ucuyla okşarken yazıyorum bunları. Anneler her zaman haklıdır diye boşa dememişler. Sen merak etme derken bana göz atmıştı dedem. O göz kırpışı hiçbir zaman unutmayacağım. Arabanın direksiyon koltuğuna dedem, kucağına ise ben oturmuştum. Direksiyonu beraber çeviriyorduk. Dedem bir yandan yola bakıyor bir yandan da cızırdayan radyoda düzgün çeken bir kanal bulmaya çalışıyordu. Göç eyledi avşar elleri şarkısını çok hafif karıncalı bir şekilde dinlerken araba sürmenin zevkini yaşıyordum.
Hayatımın en zevkli zamanlarıydı. Bir çocuğu mutlu etmek kadar kolay birşey yoktur. Sizden ev istemez, araba istemez, beni tatil kasabasına götür kahvaltı yapıp denize girmek istiyorum demez. Ufak isteklerine karşılık dünyanın en mutlu insanı oluverirler. Dedem bana bunu öğretti. “Ne istiyorsun sana ne alayım?” dedi. Tüplü televizyonumuzun tek çeken kanalı TRT reklamlarında görmüştüm jelibonu. O zamanlar çok popüler bir abur cuburdu. Şimdiki zamanın altılı Magnum’una eşdeğer diyebilirim. Jelibon istemiştim. Çarşıya gidince bakkal bakkal dolaştık. Jelibon bulamamıştık. Ama gönlümü içinden sakız çıkan sporcu kartıyla alabilmişti. Kartlardan zamanın Beşiktaş on birini tamamlayana kumandalı araba hediyesi veriliyordu. Dedem her çarşıya gittiğimizde sporcu kartlardan alacağının sözünü vermişti. Tayfur Havutçu’yu hiç bulamadım.
Suları doldurmuş eve gelmiştik. Dedem “Biriniz yardım edin!” diye evin avlusundan bağırıyordu. Ben de boş boş sağa sola yürüyen tavukları izliyordum. Nenem “Evladım boş durma bir taned e sen getir” demişti. Bidonun tutma yerinden iki elimle tutup yerden 2 santimetre kaldırabildiğimi gören dedem çocuk nasıl kaldırsın kalk götürsene diye neneme söylenmişti. Dedem sayesinde hayatımda güçsüz oluşuma mutlu olmuştum. Böyle nazik adamdı işte. Seni öyle güzel savunurdu ki eksik yanlarına mutlu olurdun. Yada ben dedemi sevdiğimden her yaptığını sanki benim iyiliğime yapıyormuş gibi hissediyordum. Ağzımdaki sporcu kartından çıkan sakızın tadı da gitmeye başlamıştı. Bidonu yere bıraktım ve sakızı tavuklara doğru tükürdüm. Nenem cıkladı. Dedem neneme keskin bir bakış attı. Dedemin suratında sanki benim torunuma laf söyleyeni duvara asarım bakışı vardı. Bu bakış herkesi kabuğuna çekmeye yetiyordu. Öyle sert ama naif yürekli bir adamdı. Bidonlar kaldırıldı. Yemekler yapıldı. Sofra kuruldu. Yer sofrasındaki sininin üzerine konulmuş menüyü sayıyorum sizlere. Bahçeden yeni toplanmış domates, biber, patlıcandan yapılmış türlü. 2 litrelik sürahinin içerisinde ayran, yufka ekmeği ve biber turşusu. Dedem anneme önce çocuğu yedir sonra kendin ye derdi. Yemekten sonra açık ılık çayım ayağıma kadar gelirdi. Paşa torunu gibiydim.
Dede olmak için evliliğe inananlardanım. Torunlarım büyükbaba derlerse bunu kabul etmeyeceğim. Çünkü dede ve büyükbaba aynı kişi değiller. Büyükbaba babanın abisine yakışacak sıfat gibi. Ama dede bir kitlenin bel kemiğine işaret ediyor. İşte sırf bunun için yaşlanmaya üzülmeyecek gibiyim. Emekli olmaya üzülmeyecek gibiyim. Her yaşın bir güzelliği var sözü anlamını bu sefer bu şekilde kazanacak. İşte o zaman dede olmakla alakalı bir kitap çıkaracağım. “Torununuz 8 yaşına gelmeden ölmeyin” cümlesiyle başlayan…