Hayır; geçilmezdi zamanın ötesine. Varlığın, semanın, yazgının, kuşatılmışlığın, esaretin… Dahası zihinsel haritalarımızın, anısal köklerimizin, yerleşmiş alışkanlıklarımızın, kapanmış da olsa yaralarımızın ötesine. Bizim coğrafyalarımız da bunlar işte. Mahkûm olduğumuz yaşam, özgürlük hissini doyasıya yaşadığımız evren, üstüne hayaller kurduğumuz, projeler geliştirdiğimiz gelecek; belli kumaş toplarının bulunduğu manifaturacıdaki çeşit kadar. Ve terzinin ustalığı kadar şık, senin taşıyabildiğin kadar çekici, bakanların estetik sınırları kadar güzel.
Tüm peygamberler inmiş, tüm lezzetlerin tadına bakılmış, tüm sözler söylenmiş, en güzel şiirler yazılmış, en güzel müzik bestelenmiş. Her şey keşfedilmiş. İyonlarına, atomlarına, atom altı parçacıklarına ve fotonlarına kadar her şey. Varoluşun sınırlarına gelinmiş. En güzel kadınlar yaşamış ve sahiplenilmiş, en güçlü erkekler yaşamış ve göçmüş. Artık ne Herkül olmak mümkün ne Afrodit. Ne Sheaksperare ne Mozart. Ne Aziz Paulus ne Peygamber Musa, ne Karun ne Che Queveara. Ne Mecnun ne Leyla ne ilgili olmasa da Albert Einstein. Geri kalanı tekrardan ibaret işte. Fark yaratmak adına birini taklitten öte geçmeyen kadük uğraşlar. Bill Gates elli yılı aşkındır zengin ve zenginlik bizim için bir fark; onun için değil.
Var oluşun sınırlarına gelinirken; zekanın, keşfin, duygunun, sezginin, fedakarlığın, kahramanlığın sınırları da çizilmiş aslında. En’ler denenmiş ve kayıtlara geçmiş. Gerisi burun üstünde saatlerce sopa taşıma rekoruyla Guinnes’e girmek kadar komik ve sıradan olmaktan öteye geçmez bence.
Durum bu iken artık yaşamak bile bir yerde sıkıcı aslında. En güzel şiiri yazamayacaksam, en bulunmamış şeyi keşfedemeyeceksem en güzel müziği besteleyemeyeceksem, en güzel aşkı yaşayamayacaksam ve en güçlü, en güzel, en yakışıklı, en zeki, en çılgın, en çekici ben olamayacaksam… Ne? Anlamı ne?
Anlamı şu: Sınırlarına geldiğimiz şey yaşam değil; iddialarımız. En iddiasız olanımızın bile içinde kıvranıp duran kendini gösterme, kahraman olma, fark edilme isteği. Bir yere kadar doğal olan bu durum küresel grandiyözitenin (büyüklük sanrısı) tezahürü. Her yandan aşılanan özgürleşme, bireyleşme dayatması, dimağlarımızı iğfal eden reklamcılık, teşhircilik, şov dünyası. Kendim gibi olayım derken herkes gibi olma sonucunu doğuran sosyal medya çılgınlığı.
İddiasız olmak en büyük iddia artık. Sosyal medya şizofrenisine zorla çekildiğimiz şu evrede dijital dünyadan kafasını çıkartabilenlerin sahipleneceği bir gelecek kalacak elimizde. Bu çok uzak değil. Yakın gelecekte sosyal medyadan yönetilecek olan dünyanın izdüşümlerini şimdiden yaşıyoruz. Ekrandan kafasını kaldırmadan, ekmek nelerden yapılır bilmeden, ülkenin doğusu batısından ne ölçüde farklı; bilmeden, bir tohumun yeşermesini, bir ay çiçeğinin yüzünü güneşe dönmesindeki hakikati fark etmeden gelişen ama olgunlaşmayan, büyüyen ama bir adım öteye geçemeyen çocuklarımız ekrandan yönetilecekler ama kendilerini kimlerin yönettiklerini bilecekler mi acaba?
İddialarımızla sosyal medyanın ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz? O kadar ilgili ki! Klavye delikanlılığı terimini ortaya bıraksam bile yeterli bu ilgiyi kavramak için. Dışarıda ne olamadıysak onun hayal dünyasını çizdiğimiz harikalar diyarı sosyal medya. Neye açsak doyurduğumuz, ne arıyorsak bulduğumuz bir sanal hipermarket.
Lafı fazla uzatmadan yeni hayalimi paylaşayım sizinle. Bir dağ evi, sıcacık. Tuşlu telefon. Ve sevdiğim insanlar. Ne instagram, ne facebook, ne twitter. Tiktok mu? Allah korusun, o da ne? Nasıl da büyük bir iddia değil mi? Yürek ister yapmaya.