“Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün”
“İçi dışı bir olmak”
Gibi tabir ve deyimler kültürümüzü yansıtan kodlardır. Bu ve buna benzer kodlardan yola çıkarak kendimize şekil vermeye çalışırız ve değerler sistemi oluştururuz.
Birçok şeyi doğallık ve sadelik üzerinden tanımlamaya çalışırız. Özellikle insan ilişkilerimizde bu doğallık ve sadelik ön plana çıkar/çıkardı. Samimiyetin ve dürüstlüğün işareti olarak da kabul edilir. Bunun doğurduğu duygu güvendir.
İlişkide olduğumuz kişinin duygu ve düşüncelerini tanımlayamıyorsak, anlam vermekte ve hatta sınıflamakta zorlanıyorsak şüphelenmeye başlarız ve güvenimiz sarsılır.
Bu açıdan düşünceleri çok fazla gizlememek; bir anlamda dobra olmak meziyet olarak da kabul görür. Duygularda da durum böyledir. Sevgiyse sevgi, kızgınlıksa kızgınlık, nefretse nefret… Neyse “o”! Duyguda da düşüncede de…
Ancak duygu ve düşünce açısından eskiden beri gözlemlediğim, toplum olarak duygularımız her zaman için düşüncelerden önce gelmiştir. Ve aslında gündelik yaşam duygular ekseninde şekil almıştır.
Duyguların bireysel ve sosyal yaşamda bu kadar yaygın olması nedeniyledir ki, belli, doğal ve olduğu gibi olması ve amiyane tabirle dibine kadar yaşanması önem kazandı.
Öfkeye bağlı olarak cinnetler ve öldürmeler, aşkı için her şeyi göze alma (Mecnun ve Ferhat örnekleri vb.), güvendiğinde tam teslim olma, korkuyu canlı tutmaya çalışma (Aile babası ve dini yaşamdaki fonksiyonu), fedakârlık, dava aşkı gibi alanlara baktığımızda duyguların yönetilmesi gereken şeyler değil; yaşanması gereken şeyler olduğu sonucuna varırız.
Böyle alıştık, böyle yetiştik ve böyle yaşadık.
Şehirleşmenin artması ile birlikte duyguların ve doğallığın geriye doğru düştüğü izlenimi oluşsa da hala revaçta olan şeyin duygular olduğunu (farklı birçok alan örnek gösterilebilse de) Türk dizi ve sinema sektöründen yola çıkarak anlayabiliyoruz.
Dolaylı anlatıma yer vermeden, seyirciyi düşünsel anlamda zorlamaya çalışmadan duygusal anlatımı abartma ve boca etme yöntemi revaçtadır şimdilik. Aslında eskiden de öyle idi ve hala da öyledir.
Tüm anlatımlar, tasvirler ve tiplemeler için bulabildiğim en iyi tabir: “dibine kadar”.
Saflığı mı işleyecek salaklığa varacak derecede dibine kadar saf ve bu saflığa eşlik eden jest ve mimikler. İzleyici iyice anlasın ki bu tipleme saf ve tertemizdir.
Öfkeyi mi işleyecek, bağır çağır konuşmalar, buruş buruş bir yüz, hakaretler…
Acı mı; ağlamaktan pörtlemiş ve kızarmış gözler, solmuş yüz, göğsünü yırtarcasına çığlık atan erkek ve kadınlar…
Aşk ve ihtiras mı; bunun için literatürdeki tüm oyun ve ahlak dışılığı göze alan davranışlar…
Ki seyirci tüm duyguları tüm çıplaklığı ile görebilsin.
Cinsellik için buldukları ve bildikleri tek yöntem de çıplaklık zaten.
Komedide de bilinen tek yol küfür ve her ne pahasına olursa olsun güldürmek…
Bütün tiplemelerin tipleri ve rolleri tüm çıplaklığı ile ortada durmaktadır. Seyircinin ve bir adım sonrası izleyicinin düşünmesine ve kafasını zorlamasına ihtiyaç duymayacağı bir şekilde hem de. Tek amacı duygunun en saf ve hatta en ilkel halini tahrik etmek olan bu yöntemin kullanılmasının nedeni, muhatabı olduğu kitleyi, düşünmekten yoksun; sadece hisseden bir kitle olarak görmesidir.
Altımızı oyuyorlar, ahlakımızla oynuyorlar türünden medya başlıklarına sözü getirmeyeceğim. Maksadım da o değil zaten.
Nüfusumuzun ezici çoğunluğu şehirde yaşasa da dilimiz ve algımız hala kırsal ve köylü. Yani hala duygu eksenliyiz ve duygunun en doğal ve çıplak haline talibiz. Belki de buna aşinayız.
Kültürel olarak alışkın olduğumuz şey duyguları yaşamak veya gizlemek olsa da şehirleşmek demek duyguları yönetmek demektir.
Çünkü şehirde yaşam kişisel duygu ve kanaatlerimizin etrafında şekillenmemektedir. Birbirine benzeyenlerin, olduğu gibi görünmeye çalışarak yaşadıkları yer değildir şehirler/kentler. Birbirine benzemeyenlerin başkasına müdahale etmeden yaşayacakları ve bir anlamda kendilerini manipüle etmek zorunda kalacakları yer demektir bu açıdan.
Şehirlerin sizin duygu ve düşüncelerinizden bağımsız bir şekilde kendi sistemi ve kuralları vardır ve sizler bu kurallara uyum sağlamakla yükümlüsünüzdür:
Yolda size bilerek veya bilmeden çarpana yumruğu indiremezsiniz
Memurunuza kızdınız diye bağıramazsınız
Öğrenciniz sizi çileden çıkardı diye vuramazsınız
Birisi hanımınıza yan baktı diye çekip vuramazsınız
Kızınızın okulda sevgilisi varmış diye onu okuldan alamazsınız
Sevdiğiniz kişiyi evlenmeye veya birlikte yaşamaya ikna etmek için âşık olmuş olmanız tek başına yetmeyecektir.
Duygularınızı, kanaatlerinizi, inançlarınızı, değer yargılarınızı bu yeni mekana ve belki de zamana göre düşünmeye, ölçmeye, tartmaya ihtiyaç duyacaksınız şehir yaşamında.
Başka bir ifade ile duygu ve düşünce denkleminde düşünce kefesinin yavaş yavaş yukarı çıkması gerekirdi. Ancak günümüz Türkiye’sinde en azından dizilere bakarak bunun gerçekleşmediğini söyleyebiliriz; çünkü halk olarak hala duyguların en uç ve çıplak noktasına talibiz.
O nedenle senaryolar, içerikler, olaylar, örüntüler, tiplemeler seyircinin gözüne sokulmaktadır. Bazen de ambalaj süsü olarak “gerçek yaşamdan alınmıştır” etiketi kullanılmaktadır.
Duygusal olmak, duygular kötü mü ki?
Sosyal alanda iyi ve kötüyü aramıyorum çoğu zaman. Etkiyi ve işlevi daha önceliyorum.
Söz konusu duygular olduğunda kullanılan/kullanılacak yöntem “tahrik”tir.
Tahrik olan(lar) düşünemezler. Sürekli tahrik edilen duygulardan geriye sadece iğrenme kalır.
Yönetilen bir kitle olmaktan çıkıp duygularımızı yönetebilen ve düşünebilen bir toplum olmayı öğrenmemiz gerekiyor artık.