-Taze palamutlarım vaaaarr!
-Taze, taptazeeee!
Merhaba,
Ben meşe. Kayıngillerden. Orta Anadolu’nun kıraç, orta yükseltiye sahip yüzeylerinde yaşarım. Öyle sinameki de değilim. Toprak seçmem, hava seçmem, komşu seçmem; yüksekmiş, alçakmış demem. Tipik Anadoluluyum yani. Çobanların izini sürdükleri hayvanların yanı başında, piknik yapan ailelerin mangal dumanında, evli çiftlerin berjerlerinde, güzel sesli çobanların kavalında, değneklerindeyim.
Faydalarımın saymakla bitmeyeceğinden bahsetmek isterim. Bazıları gibi “çam ağacı misal” kereste mahsulü olmakla sınırlı kalmaktan oldukça uzağım. Palamudumdaki pelit kestane gibi yenirse bol protein sağlar size, üç tanesini çizip çay gibi kaynatırsanız diyabete şifadır. Mazı türümdeki tanenler ve gallik asit dizanteri, ishal için ilaçtır. Balıkçıların misinalarında, şişelerin tıpasında kullanılan mantarın benden yapıldığını da biliyor muydunuz? Deri sanayinde, boya yapımında, plastik endüstrisinde, eczacılıkta bol bol faydalanıyorsunuz benden.
Savaş kazandıran bir ağacım aynı zamanda. O ünlü Waterloo savaşında ben olmasam, çok bilmiş İngilizler’in, bütün Avrupa’nın hatta dünyanın hali ne olurdu kim bilir? Rusya yorgunu Napolyon kalan ordularının tamamını toplayıp son sürat Ingiltere’nin üzerine geliyordu. Napolyon un o ünlü toplarını bilmeyen var mı? Dağıtmadığı kasaba, yıkmadığı kule kalmamıştır. Haziran’ın onsekizinde, bin sekizyüzonbeş yılında Wellington dükü Arthur Wellesley oklarını benim dallarımdan, kollarımdan yaptırdı.
Normalde yüz elli metre zor giden oklar, benden aldıkları güçleriyle dört yüz metrede avladı düşmanları. O toplar menzile girmeden kaçıştı ordular. Hala gülerim aklıma geldikçe. Sıcak bir gündü ve güneş yapraklarımı bir gül gibi kokluyordu. İngiliz orduları teşekkürlerini sundular sonra.
Büyüklenmeyi sevmem. Burnum havada, gözüm yükseklerde değil. Dedim ya, Anadoluluyum. Azla yetinmeyi de bilirim ama adaletsizliğe gelemem diğer yandan. Kıymetimi bilenler müstesna ancak ağaç diyince akıllarına çamdan başkası gelmeyenler de çok aramızda. Çam da çam.
Yılbaşında süslemeler mi dersiniz, kıytırık fıstığını kral sofralarında pilava katanları mı? Reçinesinden kozmetik ürünler de yapıyorlarmış, duyuyorum. Oysa bilseler benim yaprağımdaki yararlı asitleri yüzüne bile bakmazlar o ukalanın.
Bir kere bencildir çam ağacı. Yanında yöresinde başka bitki görmezsiniz. Oysa ben öyle miyim? Bir yanımda bebekgözü çiçekleri, böcekyiyen güneş gülleri; diğer yanımda şeytan pençesi, kanayan diş mantarları. Bir misafirperverlik halleri, bir paylaşımcılık ki sormayın gitsin.
Çam öyle mi? Gözü hep yükseklerdedir çamın. Neymiş, rakımı yüksek yerlerde yaşarmış ekselansları. Yalan. Ağaçlandırma çalışmalarında bizim köye diktiler geçen; bal gibi de bitti. Yol kenarlarında, cami avlularında, mesire alanlarında, mahalle parklarında en çok hangi ağaç var dersiniz? Bildiniz: Çam. Ne o havalar o zaman? Şımartmayın şunu diyeceğim ama siz de haklısınız. Ucuz ve kolay bulunuyor, bi yerde. Siz de alıyorsunuz.
Aynı zamanda vefasızdır bir çam. Siz ona yıllarca bakarsınız o size bir gün dayanmaz. Sırtınızı yaslayamazsınız, pütürlü ve reçinelidir. Tepesinden tuhaf şeyler yağdırır da gün yüzü göstermez size. Binlercesini dikerek koca bir orman yapayım dersiniz o bütün güneşi kapatır tuhaf bir huzursuzluk yayar ortalığa. İçine girseniz Konya’ya gideceğim derken Nevşehir’den çıkarsınız.
Gene haşin ve maçodur çam. Yanına yaklaşıp iki sohbet edesiniz gelmez. İlginç bir ürkünçlüğün içine girip bir an önce güneş ışığına kavuşmak istersiniz. Acımasızdır. Tepesinden düşüp de sağlıklı kalmış insan evladı nadirdir diye düşünüyorum. Kibirlidir. Ne tepesine çıkıp yol bulayım diye bakabilirsiniz, ne dallarına hamak kurup çocukları eğlendirebilirsiniz. Güvenemezsiniz nitekim. Allah aşkına şimdi bir onu getirin gözünüzün önüne bir de beni. Hangimize daha çok güvenirsiniz? Ben de öyle düşünmüştüm, evet.
Selvi boylum al yazmalım filmi vardı hani. Ah ah!!! Sevgiyi ondan öğrendik çoğumuz. Asya’nın deliler gibi aşık olduğu o delişmen, hovarda İlyas, fabrikanın sekreteriyle aldatmıştı onu. Güya İlyas da aşıktı ona. Fakat mayasında var bu maço takımının. İki kırıtmaya, iki işveli bakışa su koyuverirler hemen.
Uzatmayayım; çocuğu Samet’ le bir başına kalan Asya kızımız; günler, gecelerce beklediği kocasından bir fayda gelmeyeceğini anlayınca yollara düşer ve pek yardımsever, pek emekçi Cemşit’e rast gelir. Cemşit, İlyas gibi uzun değildir, gözü yukarılarda değildir pek yakışıklı da değildir ama güven ve emeği temsil eder. Asya’yı gözü gibi korur, çocuğuna aslan gibi babalık yapar. Bir gün bile gözü başkasına kaymaz.
Asya kızımız kimi sever dersiniz? Yıllarca kendisine kol kanat olmuş Cemşit’e aşık olur mu? Olmaz. İlyas’ı bir kez bile aklından çıkarabilir mi? Çıkaramaz.
Bir gün tesadüf eseri İlyas kaza yapıp Cemşit tarafından kurtarılıp eve getirilince güzel Asya sobayı tutuşturacağı meşenin (evet, benim) dallarını elinden düşürüverir. Yüreği deli gibi atmaya başlar, yanakları tutuşur, gözleri kararır. Meşe –pardon- Cemşit olmasa; onun vefası, yüreği, emeği, güveni, insanlığı olmasa koşar gider onun kollarına. Ardından uykusuz geceler, canlanan anılar yüreğini darma duman eden duygu sarmalı.
Seçim yapacağı zaman gelip çatınca ise kaderin cilvesi, kendi yüreği yırtınırcasına İlyas diye haykırırken oğlu Samet, İlyas’tan Cemşit’e “babaaa” diye bağırarak koşar. Cennetle cehennemin, ölümle yaşamın, iyi ve kötünün arasında bir yerlerde kalan Asya kızımız ise seçimine motivasyon kazandırmak için sevgiyi sorgulamaya başlar.
Sevgi neydi, der. Sonra cevaplar kendisi: Emekti der. Cemşit ti der sevgi. Sevgi meşe ağacıydı, der. Yüreğindeki çama dair ağıtlarını gömmeye çalışarak bezgin, perişan, yıkık bir halde evine, oğluna, meşesine doğru yürür.
İşte ezelden beri meşe ağaçları emeği, sevgiyi, güveni, çam ağaçları aşkı ve coşkuyu temsil eder. Ezelden beri emek, sevgi ve güven verenler görmezden gelinirler. Tüm güzeller gidip bir emeksize, çılgına, hovardaya gönül verirler. Sonra teselli etmek biz meşe ağaçlarına düşer.
Sağlıcakla kalın, ben meşe; kayıngillerden…