Dini alan diye tarif edilebilecek alan ile ilgili yürütülen tartışmalarda ve yapılan eleştirilerde hatalı bir tutum var.
Bu hatalı tutum iki şekilde kendisini göstermektedir:
• Kendisini dindar diye tanımlayan veya kendini dinin sınırları içinde gören kişilerin kendi dindaşlarının yanlış (gördükleri) uygulamalarına karşı yaptıkları eleştiriler
• Kendisini dini alanın dışında gören kişilerin dini uygulamalara karşı yaptıkları eleştiriler
Bu özeleştiri veya eleştirilerdeki mantık ve değerlendirme hatalarının sebebine ve fark edilmeyen bazı konulara dair olacak bu yazımız.
YASANIN İNANÇ VE DÜŞÜNCEDEN AYRILMASI
De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” ( Ali İmran/31)
Bu ayet hakkında uzun uzadıya tartışmalar ve farklı değerlendirmeler olsa da işin özünde Peygambere (sav) itaat Allah’a itaat etmek demekti. Daha başka bir ifade ile Peygambere Allah için itaat edilirdi.
Risalet öncesi, Mekke’de Abdullah oğlu Muhammed’e itaat etmek, onunla çatışmak, farklı düşünce ve iddialara sahip olmak, o’na muhatap olmak veya o’nu muhatap almak söz konusu değildi. Böyle bir sorun da yoktu. Ne zaman ki: “Oku! Kalk ve Uyar” gibi vahiyler inzal olmaya başladı, o zaman Abdullah oğlu Muhammed kimisi için Resul, kimisi içinse bölücü oldu.
Artık o, nefsinden konuşmayan, Bismillah deyince Allah’ın Adıyla ve Allah Adına konuşan biri oldu inananlar için. Allah’ın Selamı Üzerine Olsun.
Konu hakkında teferruat babında sayılabilecek tartışmaları bir yana bırakarak şunu demek istiyorum ki; Risalet asrında, Hz. Muhammed (sav) bizim için şu anlamlara gelirdi:
Neye ve nasıl inanacağız?
Nasıl yaşayacağız?
Nasıl düşüneceğiz?
İNANÇTA TEVHİD – AMELDE SÜNNET
İnanca dair ve hatta yaşama dair ne varsa rol model olarak Hz. Muhammed (sav) kabul edilirdi. “La İlahe İllallah Muhammedun Resulullah” şu demekti bana göre: Neye inanacağız? (La İlahe İllallah), Nasıl inanacağız? (Muhammedun Resulullah)
Bu da şu anlama gelmektedir: İnanma, düşünme ve yasa Peygamberin şahsında bir araya gelmiştir. Bunlar birbirinden ayrılmamaktaydı, ayrılmamaktadır.
Peygamber (sav), “zekatı verin ve namazı kılın” dediğinde şunları diyemiyorduk:
• Bunları yapmamak inancıma zarar vermez
• Bunların önemli olduğunu düşünmüyorum
• Bunlarla ilgili yükümlü olduğumu, mecbur olduğumu düşünmüyorum
Yani, tek bir emirde ve uygulamada inanç, düşünce ve yasa bir araya gelmiştir.
• İnanca rağmen farklı düşünmek
• İnanca rağmen yasa (ve onun temsilcisi) karşısında farklı davranmak olası/kabul edilebilir şeyler değildi.
O nedenle zina etmek hem haramdır (günah) ve hem de yasal olarak cezası vardır. Zekât vermek hem sevaptır ve hem de yönetici eliyle zorla toplanabilirdi. Bu konulardaki inancın ve hükümlerin doğruluğu hakkında farklı bir fikre ve düşünceye sahip olmak, düşünülemezdi. Dolayısı ile bu emir ve uygulamalar aynı zamanda bir inanç konusuydu/sorunuydu.
Örneğin, “zina eden kişiye sopa cezası vermenin uygun olmadığını düşünüyorum” demek ve hatta böyle düşünmek, uygulamaya karşı gelmek o dönem için aynı zamanda bir inanç sorunudur. İnanç, düşünce ve yasa Hz. Muhammedin (sav) şahsında bir arada toplanmıştı. Müslümanlar bunları ayrı kategoriler olarak görmezdi.
Risalet sonrasında bu üçlemenin (inanç-düşünce-yasa) bir arada oluşu belli bir süre daha devam etti. Hz. Ebubekir için kullanılan tabir “Halifetü Resulillah” idi. Hz. Ömer hem düşünsel problemler ve hem de söyleyiş zorlukları açısından bu tabiri “Emirü’l-Müminin” olarak değiştirdi. Müslümanlar için halifeye itaat etmenin dini bir anlamı ve yüklemesi olmaya devam etti. Tabi ki, Hz. Muhammed (sav) ile aynı anlamda ve seviyede olmadı.
Benim düşüncem, bu üçlemenin ciddi anlamda kırılması Hz. Osman’ın seçilmesi ve hilafeti dönemindeki uygulamaları nedeniyle olmuştur. İnsanlar, artık inançlarını ve düşüncelerini yönetiminin yasaları ile aynı potada eritmiyorlar ve aralarına fark koyuyorlardı. Dolayısı ile yasaların uygulanması ve yönetimin meşruiyeti sorgulamaya tabi tutuldu.
Hz. Ali’nin seçilmesi de bu travmanın ve kırılmanın etkilerini tamir etmeye yetmedi. “İslam yönetiminin halifesi tek bir kişi olabilir” anlayışı Muaviye’nin Hz. Ali karşısında ikinci bir alternatif yönetim olarak çıkması ile sarsıldı. İnsanların zihnine inanç/din ve yönetim arasında bir ayrım ve farklılık olduğu algısını iyice yerleştirdi.
Hz. Ali sonrası Emevi devleti dediğimiz yönetimin kurulması ve idareyi tamamen ele geçirmesi, özellikle adil olmayan uygulamaların iyice artması, Müslüman halka devlet adına yapılan zulümlerin sıradanlaşması ile birlikte inanç, düşünce ve yasa arasındaki birlik/birliktelik tamamen kayboldu.
İşin sonunda şöyle bir söylem gelişti: “Bizler bir hükmün ve yasanın Allah’a ait olması açısından itirazımızı dile getirmiyoruz. Ancak Peygamber ve Raşit Halifeler sonrasında yönetimi ele geçiren taifeler din adına hükmettiklerini iddia ediyorlar ve fakat Allah’a iftira ediyorlar. Adil davranmıyorlar, Allah’ın kast ettiği hükmü Allah’ın istediği şekilde uygulamıyorlar.”
Yasanın inançtan ve düşünceden iyice ayrılmasındaki başka bir etken de fıkıh mezhepleri olmuştur. Aynı inanca sahip ve kendilerini aynı Peygambere dayandıran âlimler/imamlar aynı konuda farklı hükümler verebiliyorlardı.
Zaman ve şartlardaki değişim, yasanın inançtan ayrılmasını hızlandırdı ve bu ayrımın halk/inanan tabanında da karşılık bulmasını kolaylaştırdı.
İNANÇ VE DÜŞÜNCENİN AYRILMASI
Bir şeye inanmak ile inandığı o şey hakkında derinlemesine düşünmek, onu serimlemek, aklın ve mantığın ilkelerine göre değerlendirmek, delillendirmeye çalışmak farklı şeylerdir.
“İnanmak”veya “iman etmek” güven, tasdik, kesinlik gibi hissi alan ile ilgilidir. İnandığımızı ve iman ettiğimizi hissederiz yani. O nedenledir ki, eskiler imanın merkezi kalptir, demişlerdir.
Hz. Muhammed (sav) Peygamberliğini ilan ettiğinde, herhangi bir ek delile ihtiyaç duymadan “ben sana güveniyorum, sen yalan söylemezsin, Meleğin sana vahiy getirdiğini söylüyorsan doğrudur” demek, hissi alan; güven duygusu ile ilgilidir. Gayba iman da böyledir.
İlk dönem Müslümanları için iman, “ne ise odur” şeklinde idi.
Arşa istivayı (Secde Suresi/4) soran bir kimseye hitaben: “İstiva (manası itibariyle) bellidir, keyfiyeti ise meçhuldür. Bu tür soruları sormak bid’attır.” diyen İmam Malik ve “Ben buna teşbihe girmeden iman ettim. Temsile girmeden tasdik ettim. Nefsimi bunu gerçek manada anlamamakla itham ettim. Bu konuyu fazla kurcalamaktan da kendimi uzak ettim…” diyen İmam Şafii bu dönemin yaygın tavrının en güzel örnekleridir. (1)
Ancak daha sonraki dönemlerde inanç esaslarının “ne’liği, delilleri, karşı gelenlerin delillerinin çürütülmesi, ispatlar, akli ilkelere yer verilmesi, iman ve amel arasındaki ilişkiler” konusunda yeni bir alan ortaya çıktı ve adına da Kelam dendi.
İnancın tartışma ve delillendirme alanına çekilmesi, inanç ile düşüncenin de ayrılmaya başlamasına neden olmuştur. Kelami mezhepler ve ekollerin ortaya çıkması/belirginleşmesi, iman hakkında farklı açıklamalarda bulunmaları, ihtilaf etmeleri bunu iyice belirgin hale getirmiştir.
Artık ilk sahabe neslinin gündeminde olmayan, akıllarına bile gelmeyen konular iman başlığı altında konuşulur, tartışılır oldu. Yani İnanmak/ inanç/ iman düşünmenin konusu/ nesnesi haline geldi.
Bu, şu demektir: Kendini Müslüman olarak tanımlamak ile imani bir konu hakkında farklı düşünebilmek birbirinden ayrıldı. Tabi ki, bu dediğim şey kolay olmadı.
Genel bir çerçeve olan Müslümanlar/ sahabeler içinden önce Hariciler
Daha sonra Şia (Hz. Ali taraftarları)
Ehli Sünnet
Mu’tezile
… … vb. ortaya çıktı.
Bunların sayılarını artırabiliriz; fakat burada önemli olan bu grupların kendilerini Müslüman olarak adlandırmaları ve fakat diğerlerinden farklı inanç esaslarına/ açıklamalarına sahip olmalarıdır. Bu durum, Peygamber Efendimizin zamanında yaşayanlar için olası değildi.
Tabi ki, bunlara atıfta bulunmamızın maksadı doğru olanı ortaya çıkarmaya çalışmak değildir. Maksadımız inancın nasıl düşünce konusu haline geldiği, inanç ve düşüncenin nasıl ayrılmaya başladığını ortaya koymaktır. Ve bu çok doğal bir süreçtir de.
İnanç ve düşünce arasındaki bu esnek (yakınlaşıp uzaklaşan) ilişki günümüze kadar gelmiş durumdadır. En azından Müslümanlar için bu böyledir.
Ancak, batı dünyasında düşünce ve inanç arasındaki ayırım çok daha eskilere dayanır ve orada sınırlar daha belirgindir. Felsefi akımların etkisi ile düşünce tamamen kendi mecrasına kaymış ve kendi içinde derinleşmiştir. Bir nevi inançtan bağımsız hale gelmiştir. Tamamen kendi iç dinamikleri, kriterleri, usulü, yöntemi vardır. İnanca bağlı/ bağımlı/ muhalif olma durumunda değildir.
Bunun sonucunda varlığa dair ne varsa yeni tanımlamalara ve değerlendirmelere ulaştılar. Bunun yansımaları ve etkileri hepimizce malumdur. Demokrasi, Cumhuriyet, Laiklik, Ulusal Devletler, Modernizm, Teknoloji, Bilimsellik vb. kavramlar ve yaşam tarzı Müslüman olsun olmasın herkesi etkilemiştir.
Bu değişimlerin etkisiyle olsa gerek günümüzde Müslümanlar arasında da artık inanç ve düşünce alanı iyice belirginleşmiştir ve her iki alan ayrılmıştır. Ya da birbirinden uzaklaşmıştır.
Günün sonunda artık yaşadığımız dünyada yasalar yazılı kanun maddeleri haline gelmiştir. Neredeyse bütün dünya genelinde kabul gören uygulama, yasaların inançlardan bağımsız bir şekilde yeni bir anlayışla hazırlanması, kadim inançlara dair uygulamalara yer verilmemesi, yasaların ilgili meclis ve komisyonlar eliyle hazırlanması şeklindedir. Sonra bu hazırlayıcıların haricinde başka bir kesime de yasaların uygulanması yetkisinin verilmesidir.
Dolayısı ile yaşadığımız ve halkının çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede de yasalar inançlardan bağımsız bir şekilde hazırlanmakta ve hatta inancın yasalara müdahale etmesine izin verilmemektedir. Aslında diyebiliriz ki, Müslümanlar nezdinde de inancın yasalara etkide bulunması kabul görmemektedir.
Modern dünyanın etkisi ile artık Müslümanların çoğunluğu (en azından yaşadığım ülkede) inanç ile düşünceyi de birbirinden ayırmış durumdadır. İnancı bireysel/ hissi/ duygusal alana ait olarak kabul edip farklı düşünebilme, düşünmenin kendi iç dinamiklerini kullanabilme yöntemini benimsediler.
Bunun vardığı sonuç ise şu olmuştur: “Ben kendimi Müslüman olarak tanımlayıp senden çok daha farklı bir inanca, düşünceye sahip olabilirim. Buna hakkım var. Kimsenin buna müdahale etme, eleştirme, inancımı belirlemeye-sınırlamaya çalışma hakkı yoktur. Davranışlarım-düşüncelerim ve inancım arasına ayırım koyabilirim. Bu konularda da kimsenin beni yargılama hakkı yoktur.”
Bu düşünce tarzı günümüzde yaygınlık kazanan bir tarzdır. Bunun doğruluğunu ve yanlışlığını da tartışmıyorum. Hatta buna gerek de duymuyorum.
İşin buraya varması hakkında şunları söyleyebilirim; inanç ve düşünce temelde yaşam tarzı ve gündelik yaşam ile ilgilidir. Yani inancın ve düşüncenin beslendiği alan günlük yaşamımızdır. “Ya inandığın gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi inanırsın” tespiti de buna dayanır. Ancak tarihte bir yerden sonra Müslümanlarda bir kırılma yaşandı. Modern devletlerin ve akımların etkisi ve tarihsel olaylar sonucu inancın devlet yönetimine, sosyal hayata, siyasete, ekonomiye, eğitime ve aileye vb. etkide bulunma alanı daraldı ve hatta yasaklandı. Bunun sonucunda inanç ile gündelik hayat arasındaki fiili irtibat koptu. Gündelik yaşamın inançtan beslenmesi ve inancın da gündelik yaşamı etkilemesi durumu ortadan kalkınca; inancın beslenebileceği tek yer tarih, tarihi referanslar ve kaynaklar oldu. Dolayısı ile artık Sahabelerin inandığı şekilde inanmaya çalıştık, o esaslara sarıldık. Her ne kadar sahabeler gibi yaşayamasak da. Fakat düşünce için bundan bahsedemiyoruz. Çünkü düşünce tamamen fiili yaşamdan beslenir. Düşüncenin beslendiği alan gerçek ile temastır. İnanç ile fiili yaşam arasındaki farklılıklar, tezatlar, uyuşmazlıklar insanın farklı düşünceler geliştirmesine neden olur. Düşüncenin başka bir kaynağı da bilgidir. Temas içinde olduğumuz ve öğrendiğimiz yeni bilgiler düşünme tarzımızı tamamen değiştirdi.
Ancak Peygamberimizden (sav) bindörtyüz yıl sonra yaşayan Müslümanlar olarak, bu bahsettiğim ayrımlaşma sürecini iyice kavrayamadığımız ve yaşadığımız reel dünyayı anlayamadığımız için sorunlar yaşıyoruz.
Örneğin, yasa ile inanç/düşünce fiilen ayrıldığı halde bizden farklı inanan ve düşünen Müslüman kardeşlerimize karşı farklı baskı yöntemlerini bulmaya/ kullanmaya devam ediyoruz. Hatta mümkünse kişisel inancımıza dayanan yasalar çıkartıp onlara dayatmaya çalışıyoruz. Hiçbir şey yapamazsak bile sosyal baskı unsurlarını kullanmanın yollarını arıyoruz. Ya da var olan yasalar ve uygulamalar ile inancımız arasında irtibat kurmaya çalışıyoruz.
Ayrıca yazılı yasaların müdahale edemediği, boşluk bıraktığı alanlarda yazılı olmayan yasalarımızı (?) uygulamaya çalışıyoruz. Aslında bunun arka planı, tarihi anlamda var olan repertuvarımızdır. Çünkü tarihin bir döneminde gerçekten de bu inanca dayalı uygulamalarımız yasal alana dâhildi.
İkinci sorunu da şu açıdan yaşıyoruz: Bizden farklı inanan, hatta bize göre saçma sapan olabilecek inanca sahip olan ve bu inancı da kendi özel dünyasında yaşayan kişileri değerlendirmeye/ yıkıcı eleştiriye tabi tutuyoruz. İnançlarının neden batıl, uydurma ve yanlış olduğunu ispatlamaya çalışıyoruz. Hatta bunu da düşünsel düzlemde yapıyoruz. Yani o kişinin inancını, inanca dair delillendirme yöntemleri (nas, ayet, hadis vb.) haricinde düşünsel yöntemlerle eleştiriyoruz ve batıllığını ispatlamaya çalışıyoruz.
Burada yapılan iki hata vardır: Birincisi sosyal yaşama etkisi olmayan, bireysel düzlemde yaşanan ve sadece o kişiyi ilgilendiren inanç konusunda birisini eleştirme ve yargılama hakkını kendimizde görüyoruz. İkincisi de onun inancını düşünce düzleminde eleştiriyoruz.
Düşünce düzleminde yapılan eleştirilerin (yani kişisel kanaatlerin) ana cümle kalıpları:
• Böyle saçma sapan şey mi olur?
• Bunlar aptalca
• Bunların hepsi uydurma
• Dinimizde böyle şeyler yok
• Günümüzde artık böyle bir şey mi olur?
• …. haram değil, yasak değil
• …. hurafe
• Dinimizde bu şeylerin olduğunu düşünmüyorum
• Dinimiz böyle şeyleri istemiş, bunlara izin vermiş olamaz
• …
İNANÇLAR DÜŞÜNCELER İLE ELEŞTİRİLEMEZ!
Birincisi inançlar hislerle ve duygularla ilgilidir.
İkincisi inanca dayalı uygulamalar nakillere dayanır. Yani rivayete, nassa, delile. İnanan kişi bu delillerin farkında olmayabilir. En nihayetinde yazılı olmayan sözlü kültüre göre yaşıyoruz toplum olarak. Duyduğumuzdan ve gördüğümüzden yola çıkarak inanırız. Başka da bir şeye ihtiyaç duymayız ilk başta. Ancak eleştiri hakkını kendisinde gören kişi böyle davranamaz.
Eleştiri yapan kişi, eleştiri yaptığı konunun usullerine riayet edecektir:
İmani bir konuda nassa
Fıkhi bir konuda fıkıh usulüne
Tefsir ve hadiste ilgili alana
Tarihi bir konuda tarih alanının kurallarına uygun davranacaktır.
Dünyanın güneş etrafında döndüğünü düşünmüyorum demek ile kabir azabı olduğunu düşünmüyorum demek aynı yöntem hatasına dayanır.
Bence önemli olan şey kişisel olana müdahale etmemektir. Müdahale edilecekse ve fikir beyan edilecekse de usulüne göre söylem belirlenmelidir.
İşin özü
• İnançların sosyal yaşamı etkileme becerisi ve yetkisi kalmadığı, daraldığı için bireysel inançlara, kanaatlere müdahale etmekten, eleştirmekten; kendi inancımızı/inancımıza dayalı uygulamalarımızı başkasına dayatmaktan vazgeçmek gerekir.
• Düşünce ile inanç günümüzde birbirinden ayrılmıştır. Başkasının inançlarını/ inanca dayalı uygulamalarını düşünsel kanaatlerimize göre eleştirmekten de vazgeçmek gerekir.
• Yasal boşlukları/ ihmalleri/ çatlakları fırsat bilip başkasının yaşamına müdahale etmekten, kendi inancımıza dayalı uygulamalarımızı başkasına yasal olmayan yöntemlerle dayatmaktan da vazgeçmek gerekir.
Aslında yapılması gereken çok basittir. İnancınızı yaşarsınız, düşüncelerinizi sağlam temeller üzerine oturtup ifade edersiniz. Bir şeyin yasa haline gelmesini de istiyorsanız bunun yolları bellidir. Gider o yolları kullanırsınız.
(1) https://sorularlaislamiyet.com/dort-mezhep-imaminin-allah-arsin-ustundedir-hakkindaki-gorusleri-nedir