Okullar açıldı. Aslında neşredilmek için geç bile kalmış bir yazı bu. Ama telaşa mahal yok. Önümüzde uzun bir dokuz ay var. Bu dokuz ayda çocuklarımız önce bir rehavetle defter kitapla zoraki buluşacak, bir iki ısınma turundan sonra bazıları yapışıp kalacak, bazıları zor bela yüzlerini açacak.
Biz ise telefon, pc canavarlarından fırsat buldukça onlarla konuşuyor olmanın, yemek yiyor olmanın ve onların ödevlerini yapıyor olmasının keyfini çıkaracağız. Çocuklarımız Z kuşağının bütün kıyafetlerini giydikleri için onların bizim hassasiyetlerimizden kat kat uzak, kaygı bloklarımızın hemen dibinde yaşıyor olmaları normal. Yaptıkları hemen her şey bizi kaygılandırmaya çok müsaitken hiç bir davranışları tam olarak içimizi rahatlatmıyor.
Bu rahatlayamamanın verdiği “hareket” komutundandır ki biz okulla, müdürle, öğretmenle, servis şoförüyle “kanka” olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz. Çocuğumuza yeri geldiğinde kantinci, yeri geldiğinde öğretmen, yeri geldiğinde müstahdem olarak her türlü ihtiyacını karşılama yoluna gidiyoruz.
“Aman çocuğuma bir şey olmasın”, “benim çocuğum diğerlerinden geride kalmasın”, “çocuğumun hiç bir şeyi eksik olmasın” nidalarıyla koca bir sene okul kazan biz kepçe; yolların da, derslerin de, öğretmenlerin de çanına ot tıkıyoruz. Ondandır ki ne zaman okula uğrayıp herhangi bir yetkili ile görüşseniz hayatınızda görüştüğünüz en “yılgın” insan olduğuna şüpheniz kalmıyor. Adamlar haklı. Velilerle kaçak güreşme konusunda son derece kondisyon sahibi ve fakat ciddi bir mesele üzerine konuşma konusunda son derece idmansızlar.
Çocuklarımızla evde uğraşmaktan gına geldiğinden olsa gerek sınıfın kapısı önlerinde, tiryaki öğretmenlerin dumanaltı olduğu giriş kapılarının sağında ve solunda, kantinin en dış masasının sandalyesinde tüneyerek çocuğumuzla özgür ve çok doyurucu bir şekilde ilgilenmeyi adet ediniyoruz. Bulabildiğimiz her öğretmene son derece kendinden emin gülümsememiz ve hiç bitmeyen enerjimizle “hocam, bizim çocuk” ile başlayan övgü, şikayetlerimizle çocuklarımızla çok “yakından” ilgileniyoruz.
Tabi bu değirmene su taşıyan öğretmenlerimiz de az değil. Çocuklarımızla ilgilenmeyi çalışma masasına, defter ve kalemlere havale eden hatta hapseden, ödevini yapmadığında çocuğa değil veliye tek ayak üstünde durma cezası veren öğretmenlerimiz bu durumun yaratıcılarından.
Okul ve veli ilişkisi esasen çok dolaylı bir ilişki iken bu kadar hayatımızın içine girmiş olması asıl sorun.
Veli okula ihtiyaç olduğunda gider, efendim. Veli toplantısı diye harika olgu bu yüzden var. Hani şu anne babalarımızın nadir, çoğu zaman da hiç katılmadığı ama bizim takdiri, teşekkürü gözlerine sokmak için beyhude çabalara girdiğimiz…
Çünkü onlar için bizim yüzümüzdeki mutluluk ve memnuniyet önemliydi. Denemelerde kimleri solladığımız değil.
Kalın sağlıcakla.