Peygamberlerin tebliğ serüveninde, inanç konuları tartışmasız önemli yer kaplamıştır. Çünkü, toplumsal düzen ve bu düzen içindeki adaletsizlikler, zulümler, ifsad hareketleri inanç konuları referans gösterilerek devam ettirilirdi. Firavun bile, kendisinde tanrılık iddia ederek zulmünü devam ettiriyordu. Dolayısıyla, inanç ile ilgili tebliğ, aynı zamanda toplumsal düzen ile ilgili bir anlam taşırdı. Zaten yerleşik toplumun, Peygamberlere bu denli karşı gelmesinin ve sert tepki göstermesinin nedeni de vahyi kabul etmenin yeni bir yaşam anlamına gelmesi idi. Yaşam tarzlarını bırakmak istemiyorlardı.
Aynı süreç son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) dönemi için de geçerliydi diye düşünüyorum. Özellikle Mekke dönemi başta olmak üzere tüm tebliğ ve hareket süreci inanç konuları üzerinden şekillendi. Müslüman toplumdaki sosyal sorunlar bile uygun şekilde inanç ve akide ile irtibatlandırıldı. Çünkü inanç ve düşünce düzleminde meydana gelen sapma, reel hayatta daha büyük sapmalara yol açıyordu. Bu inanç ve algı eksenli mücadele tarzı Efendimiz (s.a.v.) ve O’ndan sonraki ilk öncü nesil için anlamlı ve gerekli idi. Çünkü kıyamete kadar geçerli kabul edileceği ve harici başka bir inancın kabul edilmeyeceği bir inancı tüm insanlığa miras bırakıyorlardı.
Özellikle burada, Buhari’de geçen bir rivayet/hadis iyice anlam kazanmaktadır: Ben, benden sonra sizin tekrar güneşe, aya, yıldızlara ve putlara tapmanızdan korkmuyorum. Ben, benden sonra sizin dünya malını aşırı sevip dünya malına tapmanızdan, dünya malı için birbirinizin boynunu vurmanızdan korkuyorum. (Buhari). Buradan hareketle, organizasyon ve enerjinin hangi tarafa yöneltilmesi gerektiğini, hangi alanda daha çok derinleşmek gerektiğini anlayabiliriz aslında.
Özellikle vefatından sonra Efendimizin (s.a.v.) hayatının, sözlerinin, yaşamının ve ilahi vahyin yazılı bir şekilde kayıt altına alınması; ihtilaf ve itirazların da kayıt altına alınması hayati ve önemli bir faaliyet olmuştur.
Yalnız kanaatimce kısa bir süre sonra İslam kültür ve medeniyeti adına hayati bir hataya düşüldü! Bu girizgahtan sonra maksadımı izah etmeye çalışacağım.
Ne’ye talip iseniz algınız ona göre değişir. Yönetim, fetih, bürokrasi, hükmetmenin garanti altına alınması, yaşadığınız coğrafyada var olmaya devam etme…
İlim ve kültür hareketleri ile merkezi yönetim ve güç odağı arasında yakın bir ilişki olmuştur hep. Zamanın doğası gereği bu çok da doğaldı. Yönetim destekli olmak, koruması altına girmek, yaşam hakkı görmek; ya da isyankâr ve yıkıcı olmak ilim ve kültür hareketlerine yön vermiştir. Yönetim kadrosu, hangi görüşe yakın ise; tabanda da bu anlayış yayılırdı, bürokraside onlar yer alırdı.
Başka bir açıdan da merkezi hükümetin ve yönetimin gücü ile medeniyetlerin derinliği arasında da irtibat vardı. İslami yönetim ve devletlerin dağılması ile İslam kültür ve medeniyetindeki derinliğin kaybolması aynı döneme denk gelecektir. Küresel anlamda “batı medeniyeti” karşısında dağılmamız, Osmanlı Devletinin dağılması ile aynı süreci yaşamıştır.
Aslında, tarihsel seyir içinde “Müslüman Aklını” kendi imkânları içinde incelediğimde (kendi zamanı içinde normal miydi bilemiyorum, ama) iki tane zaafını görüyorum:
• Devlet ve hükümet eksenli düşünmesi/hareket etmesi
• Akide eksenli düşünmesi/ hareket etmesi
Devlet eksenli olması, değişen yöneticilere göre iniş çıkışlara yol açmış ve bazen de yok olmasına neden olmuştur. (Bu konu bağımsız bir yazı başlığı olduğu için kısa kesiyorum)
Yaşadığımız bu zamana kadar Akide’nin gereğinden fazla ön planda tutulması ve öncül şart olarak kabul edilmesi de sığlığa, kısırlığa ve hareket alanının daralmasına sebep olmuştur. Giriş kısmında da belirtmeye çalıştığım gibi, akidenin ön planda olması, İslam’ın ilk dönemi için gerekli ve normal idi. Lakin bir şeyin sürekli gündemde olması ve o konuda derinleşme; ilgili konunun üzerine titreme, hep iyi bir sonuç vermez. Vermedi de!
Süreç içerisinde, siyasal ve ekonomik etkenlerin de etkisi ile ortaya çıkan her taifenin kendisine ait kelam ve akide mezhebinin de var olması, diğer kesimlerden iyice uzak durmasına sebep oldu. Dört mezhep arasındaki ihtilaflar ve gruplar arasındaki mesafe sadece fıkıh alanı ile sınırlı kalmadı; inanç konuları da bunlara dahil oldu. Bu da zaman içinde, makro düzeyde “geleceğin dünyasını” kuşatabilecek genişlikte bir medeniyetin kurulmasının önündeki engellerden birisi oldu.
Birbirini hak olarak gören dört mezhebin birbirinden yeterince istifade etmesini elden kaçırdığımıza göre, batıl olarak değerlendirilen kesimlerden istifade etmeyi zaten düşünemeyiz. Farklı olmayı inanç temeline oturtmak, yakınlaşmayı inançtan taviz vermek haline getirir.
İslam devletlerinin, kendi çağlarındaki devletler ile denk veya onlardan daha güçlü oldukları dönemde bu farklılıklar ve kısıtlı işbirliği belki günümüzdeki kadar sorun olmadı. Psikoloji, sosyoloji, sosyal psikoloji, felsefe, tarih felsefesi, sosyal bilinçaltı, toplum mühendisliği, reklam gibi konular günümüzdeki kadar önemli ve anlamlı da değildi.
Son 100 yılımıza kadar Müslümanlar, yenidünya düzenine göre örgütlenme, iletişim, tarih ve kültür değerlendirmesi, gruplar arası farklılıklara dair algımız ve tepkimiz; bizden farklı kişilere karşı olan tavrımız konusunda ne yapacaklarını bilemiyorlardı diyelim. Ya da bunları bilmenin önemi hayati değildi.
Peki, bu problemi günümüzde hala devam ettirmenin anlamı, mantığı ve gerekçesi nedir? Yani, neden hala insanlara-fırkalara-tarihe akide ve inanç gözlüğü ile bakma ihtiyacı hissediyoruz ki!
Zamanında İbni Sina’nın itikadından ve kelam anlayışından memnun olmayan kesimler acaba onun tıbbından ve fen alanındaki anlayışından istifade edemezler miydi? Farabi ve İbni Rüşd gibi kişilerin farklı düşüncelerinden istifade edemezler miydi?
Hadi onlar istifade etmedi. Günümüz Müslümanları ve grupları, hala İbni Teymiyye’nin, İbn Hacer’in, Suyuti’nin, Gazali’nin ve kendi dönemlerindeki önderlerin kendilerince akidesine ve anlayışlarının batıllığına mı bakacaklar? Olaya hala akidevi bir şekilde mi bakılacak?
Bu, “iman ve akide” nasıl bir şeydir ki 1400 yıldır hâlâ açıklığa kavuşamadı. Ve biz hâlâ akide konusunda sahabelerin kaygılarına mı sahibiz? Konuşulmayan ve açıklığa kavuşmayan hangi konu kaldı ki!
Gazali’den, İbni Arabi’den, Hasan Basri’den, Sevri’den, İmam Rabbani ve Said Nursi gibi kişilerden psikoloji ve sosyal psikoloji alanında istifade edemez miyiz? Tasavvuf, tekke ve dergâh sisteminden madde bağımlılığı ve psikolojik sorunların çözümü konusunda istifade edemez miyiz acaba? Bu örnekleri farklı anlayış ve şahıslar konusunda arttırabiliriz…
Önümüzde iki yol var: Ya üretmediğimiz bir medeniyeti sipariş edip kullanacağız, itiraz etmeyeceğiz, etkide bulunamayacağız. Dolayısıyla ortada bir sorun kalmayacak. Yani artık biz, “biz” olmayacağız.
Ya da tarihimize ve kültürümüze daha farklı bir göz ile bakıp günümüz dünyasında işe yarayacak, yer tutacak, yankı bulacak bir medeniyet kuracağız. Bunun için, tarihimizdeki tüm felsefecilerden, tefsircilerden, kelamcılardan, hadisçilerden ve İslam dışına çıktığı iddia edilen fırkaların özelliklerinden; günümüz dünyasındaki anlayışlardan ve hatta bizi düşman olarak görenlerden/düşman olarak gördüklerimizden istifade etmenin bir yolunu bulacağız. Ancak o zaman yaşadığımız Dünya’da anlamlı ve kuşatıcı bir medeniyetin sesini duyurabiliriz.
Dediğim gibi, “Ne’ye talip iseniz algınız ve yöneliminiz ona göre değişir.” Müslümanlar olarak İman’a, elimizden kaçıracağımız güvercin muamelesi yapmaktan vazgeçmeliyiz. Elimizden kaçırdığımız ve hiç elimize geçmeyen başka nice hayati alan var hâlihazırda. Hatta bu alanlar, yaşamımızı baştan aşağı şekillendirmektedir. İslam ile ve aslında Allah ile sorunlu olmayan psikoloji, antropoloji, felsefe, psikiyatri, fizik, ekonomi, bireysel ve sosyal hastalıkların tedavisi, her türlü mühendislik, yeni devlet ve siyaset modelleri, küresel kaoslara karşı strateji ilmine de ihtiyacımız var.
Hâl böyle iken, kim/kimler enerjisini hangi alanda sarf ediyor?