Sabah erken Tahran Havaalanı’ndan Meşhed’e gidecek olan uçağa yetişmek için saatleri kuruyoruz. Geç saatte uyuduğumuz halde alarm sesi ile kalkıyor, hemen abdest alıp namazımızı kılıyoruz. Hızlıca çantalarımızı alıp aşağıda bizi bekleyen taksiye biniyoruz. Gün henüz ağarmadan havaalanına yetişmişiz. Uçağın hareket saatine henüz 1,5 saat var. Kendi ülkemizde özellikle Sabiha Gökçen benzeri Havaalanlarında pek çok geç kalma öyküsü yaşamış biri olarak yabancı bir ülkede bu kadar rahat bir şekilde havaalanına yetişmiş olmamıza şaşırıyorum. İşte bu rahatlık içinde Tahran Havaalanı’nı bir iki defa turluyor, kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıyoruz.

İran’da otobüsle yolculuktan sonra şimdi de uçakla yolculuğu deneyimleyeceğiz. Check İn işlemini yapmış, bilet okutarak havaalanı kısmına geçiyoruz. Bir otobüs yolcuları alıp uçağın yakınına götürüyor. Yolcular uçağa merdiveni kullanarak giriş yapıyor. Ben o esnada doğmakta olan güneş ile bir selfie çekmek için en sona kalıyorum. Son yolcu olarak ben de uçağa bindiğime göre uçuşa hazırız.

Uçuş ekibi son derece nazik insanlar. Bizim sadece THY- Anadolu Jet firmalarında ücretsiz olan ikramlar burada da ücretsiz ve gayet güzel. Bir kısmını yerken bir kısmı da yanımızda kalıyor.

Size bir ikram yapılıyor. İkram basit temel yiyeceklerden oluşuyor. Ancak son derece zarif bir ambalaj içerisinde ve kullanmaya kıyamayacağınız bir kağıt mendil ile beraber. Bunu THY uçuşlarımda yaşamışımdır. Mendili kullanmayıp yanımda bir güzel hatıra olarak ya da bir güzel dosta takdim etmek için saklamak istediğim olmuştur. Bu uçuşta da böyle bir zerafet vardı. Yanımda saklamak için aldığım ama ömrü yolculuk serüveninden az olan güzellikler. Çocuklarımın annesi için çantama aldığım o küçük hatıraya ne oldu, inanın hatırlamıyorum. Bu seyahati yazma maksadım o vakit olsaydı sizler için bunu fotoğraflardım. 

29 yıl devirdim. Kimileri için epey genç sayılsam da 60’lık bir adam gibi  yorgun hissediyorum. Kaybolmuş fotoğraflarım var. Kıyısından köşesinden yadımda tuttuklarım var. Her şeyin kaydedildiği, hiçbir şeyin kaybolmadığı, sağlam bir hesabı kitabı tutulduğu hakikatine inanan bir kimse olarak korkularım var. Zira hatırımdan gitmek bilmeyen, silmek istedikçe error veren fotoğraflarım var. Korkuyorum, yorgun hissediyorum.

Bilmem kaç fit yüksekte, işte böyle “geldi geçtiler albümü”nün sayısız fotoğraflarını düşünmek belki de “acaba bu son fotoğraf mı?” korkusundandır! 

İçimde Meşhed’e gidiyor olmanın heyecanı tekrar kaynıyor. Türkiye’nin doğusunda doğmuş biri olarak İran’a haritadan bakınca bu en doğuda görünen şehrine bir gün gider miyim diye kendime hep sormuşumdur. Aslında içimde Afganistan’a, Pakistan’a doğru, doğunun en doğusuna doğru giden, bitmek tükenmez bir yol vardır. Bunun olması gözümde inanması zor bir tutku olduğundan Meşhed’e, belki de bu büyük hayalimin kıyısı olan şehre gelmek içimde fokurdayan bir heyecandır. 

Razavi Horasan Eyaleti ( استان خراسان رضوی ) 

Meşhed’de… ( مشهد ) 

Nihayet Meşhed Havaalanına indik. Şehir merkezine doğru taksi ile gidiyoruz. Meraklı gözlerle etrafa bakıyorum. Kupkuru topraklar, çok yüksek olmayan taş gibi heybetli dağlar gözüme çarpıyor. Gözlerim bu farklı garip coğrafyaya henüz doymadan şehir merkezine giriyoruz. Taksiciye bizi İmam Rıza’nın türbesine götür dediğimiz halde epey uzakta bizi indirmek zorunda kalıyor. Zira türbeye varmadan bir kaç km yol ziyaretçi yoğunluğundan ötürü kapanmış. Seyda ile İmam Rıza’nın Türbesine doğru trafiğe kapatılmış yoldan yürüyoruz.

Hicri 61 Yılında, Muharrem’in 10’u Aşura’da, Dünyanın en kara günü yaşandı şüphesiz. Maalesef ki her şey oracıkta kalmadı. Kerbelalar hep yaşanadurdu Dünya’da. Kan toprağa düştü mü, cehenneme bir tohum düştü mü, artık harlandıkça harlanıyor ateş. Ehli Beyt’e karşı cinayetler serisi de Kerbela ile sınırlı kalmadı. Ne acıdır ki Müslüman Ümmeti içinde barınacak bir sığınak bulamadılar. 

Hicri Tarih 10 Muharrem 1441, Hz. Huseyn Efendimizin Şehadetinden 1380 yıl sonra, Meşhed’deyiz. Torunu İmam Rıza dönemin Abbasi Halifesi Me’mun tarafından zehirlenerek şehid edilmiş. Bu şehrin kalbinde, en merkezinde İmam Rıza’nın Türbesi var. Türbe dedikse de burayı sıradan küçük bir mekan sanmayınız. Gerçek büyüklüğünü bilmiyorum. Ancak gözüme 10 tane üniversite yerleşkesinden daha büyük geldi. Allahualem diyelim. 

Yolun sağından yürüyoruz. Gözümüz ara ara o devasa Türbe ve minarelerini görmek için ileri bakarken solumuzdaki Muharrem Törenlerini izliyoruz. Yan yana uzun uzun sıralar halinde uzanan gayet intizamlı gruplar var. Her bir grubun orta noktasında bir meddah kaside okurken kortej oluşturan grup üyeleri ellerinde zincirlerle sırtlarını vuruyor. Bir facia, bir afet anlatılmak isteniyor. 

Bugün günlerden Aşura. Buradaki kalabalığı tarif etmem mümkün değil. Dostlardan biri dedi ki “İstatistiki verilere dayanarak söylüyorum; buranın yıllık ziyaretçi sayısı Mekke ve Medine’den daha fazladır.” Sevgili dostum, yapma bu kıyası. Bu bir yarış değil. Bu Din de yas, matem, tören, ziyaretgah dini değil. Bu bizi temizlemez. Zulüm nizamını da bitirmez. 

Bu muazzam mekan için artık yerleşke diyelim. Giriş yapmadan önce güzel bir abdest alıyoruz. Giriş kontrolde ayrıntılı bir aramadan geçiriliyorsunuz. Yüzbinlerce insanın kontrolden geçirilmesi kolay iş değil. Birçok kapı, birçok personel var. İçi para dolu bir çanta ile giriş yapabilmenin zorluklarını atlatıp yerleşkeye giriyoruz. O koca alanda en önlere doğru yer bulduktan sonra iki rekat sünnet kılıyoruz. Bir saat sonra da binlerce insan ile beraber öğlen ve ikindi namazlarını eda ediyoruz. Namazdan sonra yiyecek bir şeyler için  kalabalıklar içinde bir o yana bir bu yana gezdik durduk. Karnımızı doyurduktan sonra tekrar yerleşkeye giriş yaparak daha ayrıntılı bir gezi-gözlem gerçekleştirdik.

   

Şu noktada, açık havada Hz Huseyn’in şehadetini anlatan bir tiyatro gerçekleştiriliyor. Hz Huseyn’in ailesini temsil eden figürlerin, kadınların ve çocukların ellerine zincir vurulmuş, kırbaçlanıyorlar. Bir yandan da Hz Huseyn’in çadırı ateşe veriliyor. Bu dakikalarda gözlerim sulanıyor. Bir damla, göz çanaklarımdan taşarak aşağı yuvarlanıyor. Ardından başlıyor bir yağmur. Derin bir hüzün beni kaplamışken, gözyaşlarımla konuşmak istiyorum. Ümitlerime rahmet yağmışçasına. Kalbime de yağar mısınız? Kaç damla gerekir beni paklamaya? Yağ rahmet yağmuru… Çorak topraklara yağışın ne büyük bir saadettir. 

   

Yürüyoruz. Yürüdükçe bulunduğumuz mekanın büyüklüğünü keşfediyor, hayrete düşüyoruz. Artık İmam Rıza’nın Türbesinin bulunduğu binaya geldiğimizde Seyda halıların üzerinde oturarak “ben buradayım, sen devam et!” diyor. Ne kadar ısrar ettiysem de gelmiyor. 

   

İçeriye gireceğim. Koridordan ilk adımımı atarken yüksek bir nur, çok güzel misk kokuları beni çarpıyor. Bilmiyorum burası cennetten bir köşe müdür, yoksa duvarları ve tavanları elmas ve yakuttan bir saray mıdır… şaşkınlık içerisindeyim. O ışık, o nur, o parlak mis kokulu mekan ne güzeldi. Bütün saygı ve ihtiramımla mekanda son derece dikkatli adımlar atarak ilerliyorum. Sol tarafta kıbleye doğru namaz kılan ve dua eden insanlar var. Bende ellerimi kaldırıyor, Allah’tan bağışlanma dileyerek mazlumlar için dua ediyorum. Dilimde Allah’ın ayetleri, kalbim küt küt atıyor. Biraz daha ileride insanların sağ tarafa doğru, yani tam tersi istikamete doğu yöneldiklerini görüyorum. Bir an kıble sağa doğru mu diye düşünürken İmam Rıza’nın Türbesinin orada olduğunu anlıyorum. Yere kapananlar var, yeri öperken ezilme tehlikesi geçirenler var. Birkaç adım daha atarken kendimi İmam Rıza’nın Türbesine doğru akan insan nehrinin ortasında buluyorum. Türbenin parmaklıklarına ulaşmanın muştusunda insanlarla beraber ben de ellerimi uzattım. Ama nafile. Yürümek, bu sığ nehirden sahile ulaşmak mümkün değil. Sular durulup ayaklarım yere değince türbeye doğru yöneldim. Bir veda nazarıyla baktım. Tahran’daki camii görevlisi dostumuz Muhammed Rıza Nuri’nin sözünü hatırladım ve ellerimi duaya kaldırdım. 

“Allah’ım, Sen her türlü noksan sıfattan münezzehsin. Sana şirk koşulmasını ve senden başkasından yardım dilenmesini en büyük günah bilirim. Ne olur beni bağışla. Burada medfun mazlum, şehid, Peygamber’in evladına rahmet eyle. Ehli Beyt’e mahabbetimi, kahrolası zalimlere nefretimi Sana arz ediyorum… Ne olur bizi bağışla, bize merhamet et ve bizden kafirler topluluğuna karşı yardımını esirgeme…”

Buradaki mazlum şehid İmam Rıza şahsında müthiş hislendim. Sevgi yetmiyor kardeşlerim. Ehli Beyt’i kim sevmez ki. En azından gün içinde eda edilen 5 vakit namazda “Allahumme Salli Ela Seyyîdîna Muhammed We Ela Alî Seyyîdîna Muhammed” diyen yani Hz Muhammed ve Ehli Beyti’ne selat ve selam eden bir ümmetin içinde bile kendi evlatları zulme katliama uğrayabiliyor. Peki ey insan! Gözyaşları seni paklar mı, karalar bağladın diye gün ağarır mı… 

Bir süre İmam Rıza Türbesinin bulunduğu yerleşkede yürüdük. Bazen halıların üzerine oturup dinlendik. Bazen elimize Kur’an-ı Kerim alıp okuduk. Yerleşkenin dışında, ara sokaklarda gezdik durduk. Her adımda otel, pansiyon, suit vs konaklama mekanları vardı. Öyle ki ‘acaba şehrin tamamı İmam Rıza’nın misafirlerini ağırlamak için kurulmuş bir kompleks midir’ diye düşündük. Azerbaycan’dan, Pakistan ve Hindistan’dan kafileler gördük. En çok da Araplar vardı. Esnaflar Arapça da biliyordu. 

 

Akşam olduğunda Tahran’daki dostumuz Emin Abi’nin oğlu pek kıymetli Muharrem kardeşimizin evinde ağırlandık. Muharrem Meşhed’de ikamet ediyor. Her ne kadar Mardin-Batman asıllı bir hemşerimiz olsa da buradan evlenip yerleştiği için kendisi artık Meşhed’li sayılır. Daha yeni bir kızı olduğunu ve eşinin, kayınpederinin evinde olduğunu öğreniyoruz. Yani burada da evde başbaşayız. Geçmiş günleri yad ediyoruz. Rahmetli Osman Abimi o trafik kazasında kaybettiğimizi duyunca çok derinden üzüldüğünü söylüyor. Geçmişi ve geçmişte kalmışlarımızı yad etmek; derin ahlar çektiriyor, derin tefekküre daldırıyor bizi. 

Sabah olunca Tus’a gitmeyi planlıyoruz. Buradan 30-40 km uzaklıkta küçük bir ilçe, hatta köy bile diyebilirsiniz. Ama bir zamanlar buraların en büyük yerleşim birimi Tus’imiş. Moğollar buranın üzerinden silindir gibi geçmiş. Binlerce insanı katletmiş, her şeyi yok etmişler. İnsanlar öyle zor günler geçirmiş ki; canını kurtarabilmek ve karnını doyurabilmekten başka bir şey düşünememişler uzun süre. Her ne kadar tekrardan buraya yerleşim olmuşsa da bir daha asla o eski şaşalı günlerine dönememiş. Zira artık bölgenin asıl merkezi İmam Rıza’nın Türbesi olmuştur. İmam Rıza, Abbasi Halifesi Memun ile beraber oradan geçtikleri esnada Senebaz köyünde aniden rahatsızlanıp vefat etmiş. Şiiler İmam Rıza’nın zehirlenerek şehid edildiğini söylüyor. Sünni kaynaklar ise aniden rahatsızlanıp vefat ettiğini yazıyor. Bundan ötürü Halife Memun’un çok üzülüp ağladığını ve İmam Rıza’yı babası Harun Reşid’in yanına defnettiğini yazıyor. Doğrusunu Allah bilir ama İran’ın en büyük ikinci şehri Meşhed’dir ve Meşhed’in manası “şehadet yeri” anlamındadır. 

Hemen yakınında böyle büyük bir zat ve devasa bir yerleşim oluşmuşsa da Tus da öyle kolayca unutulabilecek bir yer değildir. Zira burası Cabir bin Hayyam, Meşhur İranlı şair Firdevsi, Selçuklu Veziri Nizamülmülk, İmam Gazali gibi bir çok meşhur şahsiyetin doğum yeridir. Biz ise Tus’da Firdevsi’nin Türbesi ve Müzesine, İmam Gazali’nin Mezarı ve Haruniye Medresesine gittik. Buyrun gidelim…

 Tus توس  

Firdevsi Türbesi (Hakim Ebul-Kasım Firdevsi Tusi) (حکیم ابوالقاسم فردوسی توسی)  

Sabah Muharrem kardeşimizin evinde kahvaltımızı yaptıktan sonra bir taksi çağırdık ve Tus yoluna düştük. Taksi ile tam da Aramgahê Firdowsî denilen Firdevsi Türbesinin önüne geldik. Bilet aldık 20.000 Tümen. Bu yabancı ziyaretçilerin ödedikleri ücrettir. Yerli ziyaretçiler için 3.000 Tümen alınmakta. Aradaki 17.000 Tümen yabancı ziyaretçi farkı üzücü. Bu yüzden bir Kürd olarak sonraki ziyaretlerimde bu sorunu çözmeyi düşünüyorum. 

Ziyaretgahın içerisine girdik. Galiba girişte sağda İmam Humeyni’nin “Firdevsi’yi sevin” anlamında bir sözü vardı. Biraz ileride  uzun ve geniş bir havuz karşılıyor bizi. Havuzun diğer ucunda Firdevsi’nin şiirlerinin yazılı olduğu bir anıt, anıtın altında Firdevsi’nin mezarı var. Sağ tarafta Firdevsi’nin heykeli dikilmiş. Fotoğraf çekiyor merakla etrafa bakıyoruz. 

Moğolların bu kadim şehri yok ettiğini söylemiştik. Ama insanlar karnını doyurup canını emniyete alınca artık kendine ait değerlerin de peşine düşer. Mezar bulunup güzel bir anıt yapılmış. Google haritalarda yukarıdan Tus’a baktım. Kocaman yemyeşil bir bahçe var. İşte o Firdevsi’nin Ziyaretgahıdır. Diğer yerler çöl gibi.

Firdevsi Şahname’de İran’ı güzel Farsçası ile başı dik bir şekilde yeniden dirilttiğini söylüyor. O dönemin şartlarında  Arap etkisine karşı kendi öz kimliği ile var olma amacını gütmüş. Halkının onurunu kendilliğinden alması şuuru ile kaleme almış. 

Eski İran dilini öğrenip rivayetleri toplayarak elde ettiği hikayeleri şiir dilinde dökmüş. 60 bin beyitten oluşan eserini Gazneli Sultan Mahmut’a sunmuş. Eserini sunduğu Türk ve Sünni Sultan ucuz bir paha biçer, 60 bin gümüş sikke. Firdevsi bunu hakaret kabul ederek o sikkelere el sürmez, dağıtır. Sultan sonradan pişman olur, kıymetli hediyeler ve 60bin altın sikke gönderir ama Firdevsi artık ölmüştür. Kızı da tamah edip o hediyelere el sürmez.

 

Şehname’de hep İran-Turan savaşlarından söz eder ve nihayetinde hep İran kazanır. Timurlenk Tus’ta Firdevsi’nin mezarını tespit ettirir ve ayağıyla yere vurarak Firdevsi’ye seslenir;  “Ey Firdevsî, kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk’ü şimdi gör. Kalk, kalk’ta bak, Isfahan mı güzel yoksa Semerkand mı? Bağdat’tan şu yattığın yere kadar Fars bırakmadım. Topal ayağımın bastığı yerde ot bitmez oldu.” diyerek gururlanır. Ne kadar çok şey, ne büyük işler yapmışlar dünyada. Şunu söylemek istiyorum; Cennet veya Cehennemde hakiki bir saltana kavuşacağız. Hem de dünyadaki yaptığımız büyük işlerin, sayısız çok şeylerin karşılığı olarak… 

Firdevsi’nin Şehnamesi’nde birçok halka ait önemli olaylara hikayelere değinilmiş. Örneğin Zalim Dehhak’a karşı dağlara kaçan halkın bir süre sonra Demirci Kawa önderliğindeki isyanı da anlatılır. Kürtler içerisinde bu vaka daima hafızalarda korunmuş, anlatılagelmiş bir destandır. Kürtler kendi coğrafik realiteleri ile uyumlu olarak tüm tarihsel tufanlarda dağlara sığınmış, sular durulunca ovalara inmiştir. Ancak son asırda denilebilir ki Kürtlerin Dehhakları bizzat dağlarda hüküm sürmeye başlamıştır. Böylece Kürdün sırtını yasladığı dağlar sarsılmış, Kürtler patır kütür vatanlarından yuvarlanarak her biri dünyaya dağılmış. Değerli Mücahit Bilici Hoca’nın Kürtlerin dağlarla ilişkisi bağlamındaki sosyosiyasal makalesini bu satırlardan sonra okudum. Çoğu zaman bir tahlil yazısı güncel bir siyasi konu bağlamında ele alındığında yeterli kuşatıcılağa ulaşamıyor. Malum zihniyetten bir general da çıksa, dağlara şah da olsa hangi ümidimizi besleyecek? 

Firdevsi Anıtı’nın altında mezarı var. Mermer duvarların üzerine şiirleri nakşedilmiş. Şehnâme’den fırlamış karakterleri mücessem hale getirmeye çalışmışlar. Mezarın başında bir rehber Firdevsi’yi anlatıyor, Şehname’den beyitler okuyor. İnsanlar toplaşmışlar. Yaklaşıyorum. Parmaklarımın ucuna tırmanıp adamı görerek dinlemeye çalışıyorum. Bitince bir alkış patlatıyorlar. Firdevsi orada mı bilmiyorum. Eğer uyuyorsa uyanmış mıdır? Uyandıysa rahatsız da olmuş olabilir.  Eğer ölmüşse bu onu diriltir mi? Evet saçmalamaya doğru gitmeden şairin İran’ı diriltmeyi maksatladığını tekrar ifade edelim. İran yaşıyor mu? Yaşıyor. Yine de Fars Milliyetçileri depresyondan kurtulmuş değil. Gerçekten nerede bir Fars milliyetçisi ile konuşmuşsam çok üzgün olduklarını görmüşümdür.

Firdevsi Şii olduğu halde ilk üç halifeye bed söz etmemiştir. Bilakis ilk üç halifeyi övmüştür. Allah kendisine rahmet eylesin. Ondan alınacak çok ders var. 

Anıtın sol tarafına doğru “Firdevsi Müzesi” var. Orada kılıç, zırh, ok vs birçok antika esere dikkatlice baktık. Duvardaki tablolara, müze içindeki minik zengin kitapçıya uğradık. Müzeden sonra arka taraflarda eski Tus’a ait tarihi kerpiç şehir duvarlarını gördük. Bu eski kerpiç duvarlar belki 5 metre kalınlığında 3-4 metre yüksekliğinde uzun hatlar olarak hala kalıntıları duruyor. 

En arkada, sol tarafta kalan küçük bir müzik atölyesi var. Oradaki adam birkaç dakika içinde kendine has yöntemi ile enstrüman kullanmayı öğretebildiğini iddia ediyor. Çeşitli güzel müzik aletleri var. Bir süre izleyerek dinliyoruz. Güzel, kabiliyetli. İşin ucunda para olduğundan pek ilgili davranmıyoruz. İşin ehli de değiliz. 

Firdevsi ikliminden yeteri kadar fotoğraf çektikten sonra ayrılıyoruz. Epey acıkmışız. Telefonumuzun da şarja ihtiyacı var. Bir lokantada ikisini bir arada hallederek ikinci hedefimiz olan İmam Gazali’nin Türbesine doğru gidiyoruz. 

İmam Gazali (Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî )

Tus 

İmam Gazali’nin medfun bulunduğu yere doğru giderken Tus’un içinden, ara sokaklarından yürüyoruz. Gide gide Tus’tan çıkıyoruz. Ama mezar veya ziyaretgah olarak dikkatimizi çeken bir şey yok. Haritadaki noktanın bizi götürdüğü yer 250-300 metrekare bir alan. Etrafı ince bir tel örgü ve tel örgünün bir kısmı yıkılmış. Mezarın üzerine bir sac çatı yapılmış, ki o da yıkılmak üzere. Öğreniyoruz ki mezar yerinin noktasal olarak tespiti henüz yeni; yani 24 yıldır. Doğrusu bu vaziyet İran için bir  utanç olmalı. 

Etrafta ben ve Seyda dışında kimsecikler yok. Mekanı anlamaya, kalıntıları dikkatle incelemeye çalışıyoruz. Kuran’ı Kerim’in son 3 suresini ardından Fatiha Suresini okuyorum. 

İmam Gazali, fikirleri ile dünyayı en çok etkileyen sayılı insanlar arasına girer. Henüz 35 yaşında iken Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesi’nin başına geçmiştir. Bulunduğu zamanın en popüler fikri aktivitesi felsefedir. Gazali felsefeye öyle bir darbe indirmiştir ki felsefenin doğum yeri olan batıda bile yüzyıllar boyu felsefe ölmüştür. Ondan sonra da felsefe bir daha eski günlerini görememiştir. Hicri 4’üncü yüzyılda doğan Gazali 5’inci yüzyılın başında vefat eder. Bundan 900-1000 yıl öncesinin dünyasında henüz 5’inci yüzyıl bitmeden eserleri Batı dillerine çevriliyor. Batının ilmi meclislerinde bile çok iyi tanınıyor. Ardından bir kütüphane dolusu eser bırakan Gazali’ye Allah rahmet etsin. Gazali üzerine daha çok okuyup yeri gelirse yazmayı murad ediyorum. 

Haruniye Medresesi / Tus

   

O virane mezar kalıntısından ayrılarak birkaç km uzaklıktaki Haruniye Medresesi’ne gidiyoruz. Vakit ikindi sonrası. Mekandan kadim zamanlar atmosferine ait bir nefes almaya çalışıyoruz. Doğrusu kadim bir esinti var; duvarlarında, kubbelerinde… Devasa binanın üst katlarına çıkılamıyor. Tam ortasında dikeliyorum. Tam tabanına doğru 90 derece yukarı bakıyorum. Hani gök kubbe diyorlar ya… Burada yaşadığımı hayal ediyorum. Hergün üzerimdeki topraktan kubbeye gözlerim takılı kalacak. Göğün mavisindeki aldatıcı feza düşlerinden medresenin tavanındaki toprak kubbenin fena düşlerine teslim oluyorum.

 

 

Bu mekan hakkında kesin tarihi iddialara varılamıyor. Kimin yaptığı bilinmiyor. Ne zaman yapıldığı da bilinmiyor. İsmi Haruniye olsa bile Halife Harun Reşid ile bir alakası yok. Zira burası Harun Reşid’in başkenti olan Bağdat’tan epey uzak. Harun Reşid de sadece bir defa buralara gelmiş. Gelmiş ama vefat ettiğinden dönememiş. Onun kabri de 30 km uzaklıktaki Meşhed’te. Burası hakkında hem saray olduğu iddiası var, hem zindan olduğu iddiası var. Velhasıl vaziyet karışık. Tarihin de bir hafızası vardır. Cüz-i irade gibi cüz-i hafıza’nın da var olduğunu aklımızda tutmalıyız. Cüz yani bir parça, bir kısım. Yani tamamı değil. Ve parçaların bir araya gelmesi bütün etmez. 

Bundan hareketle daima itiraf edegeldiğim hakikat ile bu bölüme de son vermek istiyorum. 

Evet “Allah’ın ilmi herşeyi kuşatmıştır.” 

Bir sonraki bölümde bir münazara var. Seyahatimizin diğer bölümleri ile devam edeceğiz. Allah’a emanet olun… Selametle…

 


Fadlullah ÇELİK

Yorum yap