Yabancı dil öğrenmek ne demektir?
İnsanın o hiç değişmeyen özüyle farklı lisan ve kültürlerde yeniden karşılaşmak ve onun farklı kelimeler, zihin ve duygu dünyaları ve dillerde izini sürmek için bana öğretilmişler.
Wittgenstein’ın “Die Grenzen meiner Sprache sind die Grenzen meiner Welt” (Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.) sözünden çok etkilenirim. Benim dünyam da çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda Türkçeyle çevriliydi. Üstelik bana göre sadece Türkçe söyleştiğim iç dünyam da hayli genişti. Dil sadece kelimeler değildi. Ses, kelime ve dil kadar sessizlik de duyuşun da binbir çeşidi vardı. Peki dünyamın sınırları henüz hiçbir yabancı dil bilmediğim dönemde daha mı dardı, emin değilim. Lise yıllarımda herkes gibi ben de yabancı diller müfredatta olmasına rağmen bu dilleri bilmiyordum. O dönemde yabancı dillere yönelik özel bir ilgim de yoktu. Ancak kelimelerle aram hep iyiydi.
Türkçeyi daha çocukken üye olduğum kütüphane yoluyla Kemal Tahir’den Falih Rıfkı Atay’a, Yahya Kemal’den Ömer Seyfettin’e, Necip Fazıl’a kadar geniş bir yelpazeden; Divan şairlerinden ve ille de Yunus Emre’den tadıyor, tattıkça susuyordum.
Öğrendiğim kelimelerle anlayışımın, duyuşumun ve düşüncemin terbiye edildiğini ve derinleştiğini hissediyordum.İç dünyam Türkçeyle yükseliyor ve derinleşiyordu.
Kelimelerle arası iyi bir öğrenci olarak yabancı dillerle ülfet edemedim Türkiye’de. Derslerden bir dersti İngilizce. Ne bu dili öğrenmeye ihtiyacım ne de onu zaruri ihtiyaçların dışında bir eğlence ve hobi hâline getirmeye yetecek bir motivasyonum vardı.
Yabancı dil öğrenme kabiliyetimi de bu dilleri öğrenmeye mecbur kalınca anlayacaktım. Türkiye’de okumamın önü kapatılmıştı. Yüksek tahsil için Almanya’ya gittim. Okumak istiyordum ve Almanca öğrenmeye mecburdum. Okuma iştiyakım bu öğrenme sürecindeki motivasyonumu hayli yükseltti ve dil öğrenmeyi bir amaca yönelik yürünmesi gereken zevkli bir yol hâline getirdi.
Yıllar sonra Almanya’da yan dal olarak okuduğum Spachlehrfoschung (Dil Öğretim Araştırmaları) bölümünde hocamdan öğrenecektim: Bir dili öğrenmek için ne yaş ne de diğer faktörler, motivasyon kadar güçlü bir etken değildi. “Yeterince motivasyonunuz varsa 70 yaşında da dil öğrenebilirsiniz” diyordu hocam.
O yüzden çevremde sürekli İngilizce öğrenme yollarında patinaj yapan ama bir türlü de öğrenemeyen ve öğrenemediği için de bu dille patolojik bir aşk-nefret ilişkisi geliştiren yakınlarıma bakınca “Öğrenemezsin” diyordum, “çünkü gerçekten ihtiyacın yok”.
Almanlar konuşkan, iletişimde mahir ve hevesli insanlar değillerdi. Bu nedenle dilimi geliştirmek için kendi başımın çaresine bakmam gerekiyordu. Dil hocam salık vermişti: “O kelimeleri anlaman yetmez, şu ağzından bir kere çıkacak, dilin çenen ve sesin hatta kulağın alışacak.” Ben de sevdiğim Almanca tiyatro eserlerini ve bazı öykü ve şiirleri aynada sanki sahnedeymişçesine okuyor böylece pasif kelimelere sesimle ruh verirken duygumu da katıyor ve onları bu yolla içselleştirerek öğreniyordum.
Nitekim yine sonradan öğrenecektim ki modern dil öğretim metotlarında ana hedef kelimelerin bağlamlar içerisinde öğrenilmesi ve öğrenirken mümkün olduğunca çok duygunun, çağrışımın ve motorik hareketlerin yani bedenin aktif hâle getirilmesiydi. Bu şekilde kelimeler, güçlü şekilde zihninize, kalbinize ve hafızanıza nakşediliyordu. Onları bir bağlam içinde sarıp sarmalayıp hıfz ediyordunuz.
Nitekim ben de ne İngilizce ne Almanca ne Arapça ve ne de Farsça öğrenirken hiç Türkçe sözlük kullanmadım. Kelime kartlarım da hiç olmadı. Cümle öğreniyor, cümle çözümlüyor bütünden parçaya gidiyordum. Çünkü bağlamsız öğrenilen gramer ve kelime parçalarını anlamlı bütünlere dönüştürmek çok zordu. Bir bütünü anlamak ve parçalara bütün içinde anlam vermek ise çok daha kolaydı.
Yabancı dil konusunda zihnimdeki tabulardan olan yaşlanınca dil öğrenilemeyeceği tabusunu ise Şarkiyat amfilerinde en arkada oturan 70 yaşındaki Kızılhaç görevlisi sınıf arkadaşım bozmuştu. İşitme cihazı vardı ama bizimle birlikte Arapça metinleri çözümlüyordu. Batı Şeria’da Kızılhaç uhdesinde bir yetimhanede kalan Filistinli çocuklarla daha iyi iletişim kurmak için Arapça öğrenmeye karar verdiğini anlatmıştı.
Dilden gönle Almancayı tahsil için bir araç olarak görsem de kalbî meşrep olduğumdan ben onunla alakamı da gönlüme taşımıştım. Alman dili ve kültürüyle ilişkim kısa sürede öğrenmekten anlamaya, anlamaktan duymaya ve hissetmeye dönüştü. Anlamanın tercüme yoluyla neredeyse imkânsız olduğuna kani olmuştum. Tercüme eserleri okumak hem zevk vermiyor hem de anlama noktasında kendimi sınırlandırılmış hissediyordum. Kaynağından su içmek, göllerden değil, okyanuslardan nasiplenmek istiyordum.
Kısa sürede sevdiğim Alman filozofların, düşkünü olduğum Alman şairlerin mısralarını anladıkça bu dile olan bağım, ilgim ve iştiyakım artıyordu. Öğrenme arzuma, bu nehre akacak yeni bir yatak bulmuştum. Yeni bir dünyaya açılan yeni bir pencerem olmuştu. Manzaralar da türlü türlüydü.
Kelimeler arzı endam ettikleri mekânları ve hatta zamanı benim dünyama taşıyorlardı. Onlarla ünsiyet kurmak, kendi şarkısını tutturmuş, dilleri yabancı ama simaları tanıdık dehalarının sesini duymak beni heyecanlandırıyordu. Kelimelerine dokundukça onların mekânları ve zamanlarıyla da temas ediyordum. Derviş hatırlatmıştı. Kelimelerini kaybedenler demek ki mekânı, zamanı ve anlamı da kaybediyordu.
“Ah benim güzel dilim
Âşıkların boynunda bir gerdanlık;
Kelimeler mekânı yanlarına alıp hicret ettiler
Kelimeler zamanı da yanlarına alıp gittiler”
-Mahmud Derviş-
Eski bir tanıdık
Arapça Dil öğrenme macerasında İngilizce ve Almancadan sonra karşıma çıkan eski bir tanıdıktı Arapça. Bu eski tanıdıkla bir Avrupa şehrinin üniversite koridorlarında karşılaşmış, bu kez bunca yabancı içinde onu daha samimi, tanıdık ve yakın bulmuştum.
Kısa sürede kendimi onun cazibesine kaptırmış ve peşinden yeniden Doğu’ya gitmek için yollara düşmüştüm. Siması tanıdıktı Arapçanın; harflerine, bazı kelimelerine aşinaydım ama bu dili bilmiyordum.
“Arapçasız Şarkiyatçı olmaz” diyerek kalkıp Suriye’ye gidene kadar ben de Arapçayı kısmen anlıyor ancak konuşamıyordum. Mizacım gereği sohbet ve hasbihali sevdiğimden orada kaldığım üç ay içinde Arapçayı konuşur seviyeye geldim ve şunu anladım. Hakkında ana dilde teori üreterek ve konuşularak değil; yabancı bir dil ancak konuşarak ve yaşanarak öğrenilir. İşte ben de cesur ve insanlara açık mizacımın keyfini sürüyordum.
Esnafla, üniversitede tanıştığım öğrencilerle konuşuyordum. Galiba söyleyecek sözüm de çoktu. Ama Arapça konuşurken tıkandığım yerlerde aklıma Türkçe değil, Almanca veya İngilizce kelimeler üşüşüyordu.
Almanya’ya dönüşte bunu anlattığım hocam nedenini anlatınca anladım. Meğer yabancı dillerle ana dil belli bir yaştan sonra (zannediyorum 4) beynin farklı bölgelerine kayıt ediliyormuş.
Bu yüzden bir yabancı dil konuşurken aynı bölgede aktif olan diğer yabancı dillerin kayıtlı olduğu nöronlar da aktif hâle geldiğinden ana dil değil, yabancı dilden kelimeler zihnimize üşüşüyormuş.
Arapça ve Şarkiyatçılık rüzgârı beni Yemen’e attığında “Nihayet” demiştim “fushanın (Yüksek Arapça) konuşulduğu bir Arap memleketi.” Lehçe konuşmayı sevmeyen biri olarak gerçekten de burada fusha konuşurken de öğrenirken de çok rahat ettim. Ve ne güzeldi.
Yemenliler hiçbir yabancı dil bilmiyorlardı. Konuşmam ve yazmam burada hızla ilerledi. Yemenli hocalarıma tek bir serzenişim vardı.
Enstitüye gelen Amerikalı askerlere Arapça öğretmeleriydi. Hocama belki biraz da çocuk kızgınlığında “Sizi vurmak için öğreniyorlar, öğretmeyin bunlara” diye çıkıştığımda bana “Zelihacığım inan bu askerler çok ahmak, dil öğrenmiyorlar, öğrenemiyorlar, paralarını alıyoruz, rahat ol” diye beni teselli ederlerdi.
Haksız olduklarını söyleyemeyeceğim. Ve ben Yemen’de de tıpkı Suriye’de olduğu gibi bana verilen çizgi filmler ya da tarihî filmler üzerinden değil, sevdiğim şeyler üzerinden dile yöneldim.
Halil Cibran kitabından bir iki cümle çözünce keyfim yerine geliyor, öğrenme iştiyakım artıyordu. Bu yüzden futbol seven futbolla, tarih sevenin tarihle ilgilenerek daha zevkle ve kalıcı dil öğreneceğine artık emindim. Benim yolumsa edebiyattı. Sevdiğim şiirleri, kısa hikâyeleri ama hep aynı hikâyeleri okuya okuya onları içime, hafızama alıyordum.
Arap memleketlerinden son durağım Ürdün’e gittiğimde artık eli yüzü düzgün bir Arapçam vardı. Talebelerimle Arapça konuştuğum zaman hem sevinmiş hem çok şaşırmışlar ama eklemişlerdi: “Hocam ama neden Arapça öğrendiniz ki?! Kendi dillerini öğrenilecek kıymette görmüyorlardı.
Bir gün iki öğrencimin kampüste aralarında da İngilizce konuştuklarını görünce yanlarına gittim. “Sen Ahmet’sin, sen de Muhammet, neden İngilizce konuşuyorsunuz?” diye sordum. Birbirlerine bakıp gülüştüler sonra bana dönerek “Prestij meselesi hocam” dediler. Bu duruma çok üzülmüştüm. Nitekim yaşlı yaşlı teyzeler dahi cümle aralarına ufacık bir “Thank you” olsun sıkıştırmak istiyor, eğitimliler baştan sona Arapça bir cümle kurmuyor, illa araya İngilizce sokuşturuyorlardı.
Üstelik Arapçayı gayet rahat konuştuğum hâlde benimle konuşurken de Arapça değil, İngilizce veya Almancayı tercih ediyorlardı. Bu duruma çok üzüldüm. O dönem Türkiye’de kendisine kahve getiren garsona “Thank you” diyen birileri yok diye düşünüp ülkemle iftihar etmiş, bunu öğrencilerim de anlatmıştım. Ancak son dönemde artan İngilizce öğrenim modası nedeniyle Türkiye’ye döndüğümde durumun pek de iç açıcı olmadığını gördüm.
Görev yaptığım kurumda İngilizce eğitim yapılan bölümlerden gelen bazı Türk öğrencilerden Türkçe yazı istediğimde “Hocam ben Türkçe yazmakta zorlanıyorum, İngilizce daha kolay yazıyorum” diyenlerin sayısı artmaya başlayınca “Peki,” dedim “o hâlde burada Türkçe yazmayı öğreneceksiniz.” Uluslararası öğrenciler hariç Türk öğrencilerden sadece Türkçe yazı kabul etmeye karar verdim. Ve bazı yasaklar iyidir. Konuşurken araya İngilizce kelime sıkıştırmayı da hepimize birden yasakladım.
Konuştuğu gibi görmek ya da çatalın kuzeyindeki bardak
Dil ve düşünce arasındaki karşılıklı etkileşime dair yapılan araştırmalarda ana dilin dünyayı görme biçimlerimizi etkilediği açıkça ortaya koyuluyor.
Dili düşünmenin motoru gibi görenler olduğu gibi İsrailli dilbilimci Guy Deutscher gibi dilin düşünceye olan etkisini kabul etse de onu düşüncenin hapsedildiği bir hapishane olarak görmeyen dilbilimciler de var. Ancak Deutcher de dünyaya bakışımızın ana dilimizden süzüldüğünü iddia ediyor.
Yani konuştuğumuz gibi bakıyoruz. Eşyaları betimlemede kullandığımız kelime ve gramer unsurları bu eşyalara, nesnelere ve olaylara bakış açımızı etkiliyor.
Nitekim Almancada kullanılan kelime önüne gelen ve cinsiyet ifade eden sözcüklerin (artikel) de bu dilleri konuşanların zihninde bu nesneye karşı algılarını değiştirdiği iddia edilmektedir. Örneğin köprü kelimesi Almancada dişi iken İspanyolcada eril artikel almaktadır. Bir araştırma çerçevesinde köprü denilince akıllarına hangi çağrışımların geldiği sorulan Almanlar, çoğunlukla “asil, güzel ve huzurlu” diye cevap verirken aynı sorunun yöneltildiği İspanyollar köprüyü “güçlü ve iri” sıfatlarıyla tanımlamışlardır.
Max Plank Enstitüsü’nden Stephen C. Levinson Aborijinler üzerinde yaptığı araştırmalarda çok somut ve keskin yön ifadelerinin kullanıldığı dilleri konuşan kabilelerin aynı bölgede yaşayan ama bu dili konuşmayan diğer halklardan daha iyi ve keskin bir mekân ve yön bulma yetileri olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Levinson bir Aborijin kabilesi olan Hopevale’nın dilinde ön-arka, sağ-sol gibi mekâna işaret eden zarfların bulunmadığını ve kabile mensuplarının mekânsal tanımlamalarda da kuzey-güney, doğu-batı gibi yön ifade eden kelimeler kullandıklarını ortaya koymuştur.
Bu nedenle bu dili konuşan insanların sürekli olarak yön duygusuna sahip olmaları ve bir olaydan bahsederken çevredeki tüm nesneleri zihinlerinde âdeta bir pusulaya göre yerli yerine oturtmaları gereklidir. Buna göre Hopevaleliler örneğin çatalın sağındaki bardağa işaret ederken “Çatalın kuzeyindeki bardağı ver” ifadesini kullanmaktadırlar.
Dillerin düşünce üzerindeki etkisi siyasi tartışmalarda da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim George Orwell’in 1984 kitabında bazı kelimeler olmazsa bazı düşünce ve tutumların hiç oluşamayacağı tezinden ilhamla, otoriter devletin dili manipüle ederek halkın düşünce yapısını nasıl etkileyerek yönlendirdiği anlatılır.
Örneğin otoriter bir devlet, isyana dair kelimeler yasaklanırsa isyan fikrinin hiç oluşmayacağından yola çıkmaktadır. Dillerin ve kelimelerin sadece siyasi gücünden değil, psikolojik etkilerinden de bahsediliyor. Örneğin öyle hissetmese dahi olumlu kelimeler kullanan insanların hayata daha neşeli ve olumlu bakmaya başladığını iddia eden psikologların varlığı da biliniyor.
Yabancı dil yabancılaştırıyor mu?
Yabancı dil konuşurken beni şaşırtan şeylerden birisi de kötü argo ve küfür addettiğimiz bazı kelimelerin bu dillerdeki rahat kullanımı olmuştu. Kaba söz ve küfür konuşmak bir yana, duymaktan imtina eden bir insan olarak normalde Türkçe söylense rahatsız olacağım argo kelimelerin Almanca, Arapça ya da İngilizcede beni o kadar da rahatsız etmediğini fark ettiğimde şaşırmıştım.
Yabancı diller dile getirdikleri olguyu ya da durumu bana yabancılaştırıyordu. Sonraları üniversitede öğrendiğim araştırma sonuçları da bu tecrübemi doğruluyordu. İnsanlar sadece sınıf ortamında öğrendikleri yabancı bir dili kullanırken daha rasyonel ve soğukkanlı davranabiliyorken, aile içinde duygusal çağrışımlarla öğrendikleri ana dillerinde tepki verirken ya da bir karar alırken daha duygusal hareket ediyorlardı.
Nitekim psikoloji literatüründe vagon ikilemi olarak da bilinen trolley probleminin yabancı dil ve ana dilde uygulanan varyasyonları da bu tezi güçlendirir niteliktedir.
Bu deneyin burada esas alınan versiyonunda raydan çıkan bir tren hızla gelmektedir ve o esnada tren rayında çalışma yapan beş işçi treni fark etmemiştir.
Denekler o esnada bulundukları köprüde yanlarında duran ve treni durduracak ağırlıkta olan bir adamı trenin önüne atmakla tren rayında çalışma yapmakta olan beş kişinin yaşamını kurtarabileceklerdir. Deney deneklerle yabancı dilde ve ana dilde olmak üzere iki kez yürütülmüştür. Yabancı dilde yapıldığında deneklerin bu bir kişiyi feda etme noktasında ana dillerini kullanırken olduğundan çok daha kolay ve çabuk karar verdikleri gözlemlenmiştir.
İki dilli yetişmek bir zaruret mi?
Çocukların iki dilli büyümesinin bazı avantajları olduğu biliniyor. Özellikle bir dili konuşurken bilinen diğer dilleri baskılama kabiliyetinin kontol ve dikkat gibi zihinsel bazı işlevlerin güçlenmesinde etkili olduğu biliniyor.
Alman dil uzmanlarının iki dilliliğin çocuklar üzerindeki olumlu etkilerine rağmen bütün Alman kreşlerinde iki dillilik uygulamasına yönelik çekincelerini her okuduğumda aklıma çocuğunu böylesi bir kreş ya da anaokuluna vermek için yarışan anne babalar geliyor. Çocukların çok dilli yetişmesi iyi mi kötü mü sorusu dilbilim uzmanları tarafından farklı şekillerde cevaplanmıştır.
Örneğin Marburg Üniversitesi’nden dilbilim araştırmacısı Frank König’e göre tüm çocuklar eşit oranda iki dilli öğrenmeye uygun değil. König’e göre bu durum çocuğun zekâ ya da dil yeteneğinden ziyade yeni ve yabancı şeylere açık ya da kapalı olma gibi kişilik özellikleriyle ilgili. Ve her çocuk bu özellikleri taşımıyor olabilir.
Marburg’lu uzman, sadece iki dilli yetişmenin çocuklar için teknik olarak mümkün olmasının bunun ille de tercih edilmesi gereken bir durum olduğu anlamına gelmediğini vurguluyor. “İspanyol bir teyzesi olan çocuğun erken yaşta bu dili öğrenmesini anlayabilirim ama ailelerin çocuklarını ileride kariyerinde yardımcı olacak veya okul başarılarını yükseltecek diye iki dilli anaokullara vermeleri konusuna şüpheyle yaklaşıyorum.”
Berlin Max Plank Enstitüsü’nden Pauline Schröter de meslektaşıyla aynı görüşte: “Eğer bir zaruret yoksa çok erken yaşta çocukları ikinci dil için zorlamaya gerek yok. Ne kadar erken o kadar iyi tezi de zaten artık geçerli değil.
Yabancı dil öğrenmek için hiçbir yaş geç değil, hatta yetişkin olarak dil öğrenmenin de pek çok avantajı var.” Schröter ayrıca bir çocuğun iki dilli yetişmesi için ikinci dille sürekli iletişim içinde olması gerektiğini belirtiyor ve çoğu anaokulu iki üç saatlik yabancı dil dersleriyle “bilingual” olduğunu iddia etse de birkaç saatlik dil dersiyle iki dilliliğin mümkün olmadığını söylüyor.
Yabancı dil öğreniminde ana dilin önemini vurgulayan Schröter “Çocuk yaşına uygun olarak ana dilini oturtmuş olmalı ve iyi konuşabilmeli yoksa iki dillilik başarılı sonuç vermez” diyor. İnsan sevdiği kadar anlıyor Bilimsel araştırmalar, mesleki veya akademik zaruretler bir yana galiba insan bir dili ona olan ünsiyeti nispetinde daha kolay öğreniyor.
Annemarie Schimmel’in dediği gibi “İnsan sevdiği kadar anlıyor.” Belki de bu yüzden ben kaç yabancı dil biliyorsun ve hangi seviyede diye sorulduğunda hep şöyle cevap verirdim: “Türkçeyi annem, Arapçayı dedem, Almancayı hocam, İngilizceyi patronum ama Farsçayı işte onu sevgilim gibi severim.”
Mahmud Derviş “Dilim, işte o benim” demişti. Ben de anadilim Türkçenin bana verdiği her şeyle galiba Türkçeyim ve diğer tüm dillerim bana Türkçenin erken yaşlarımda ve ilk gençliğimde kazandırdığı ne varsa onları Almanca, İngilizce ve Arapça söylemek, anlatmak ve duyumsamak için verilmişler. İnsanın o hiç değişmeyen özüyle farklı lisan ve kültürlerde yeniden karşılaşmak ve onun farklı kelimeler, zihin ve duygu dünyaları ve dillerde izini sürmek için bana öğretilmişler. Böyle hissediyorum.
“Oradanım ben ve hem buralı
Hayır hayır, oralı değilim ben
Hayır, burdan da değil
İki ismim var, bir kavuşup bir ayrılan iki lisanım
Unuttum hangisiyle görür idim düşlerimi”
-Mahmud Derviş-
Kaynak:https://www.gzt.com/nihayet/yabanci-dil-ogrenmek-ne-demektir-3513947