Özellikle 1700’lü yıllarda başta Avrupa olmak üzere dünyada meydana gelen değişimlerin etkisi ile kişisel anlamda bir şeylere/ bir yerlere/ birilerine karşı sorumlu ve yükümlü olmak yerine hak ve özgürlük sahibi olma talebi daha önem kazandı.

Binlerce yıldır ast-üst ilişkilerimiz, aile ilişkimiz, devlet-millet ilişkimiz sorumlu olma ve lüzumu halinde hesap verme anlayışı üzerine kurulu idi. Gündelik yaşamda ve dini anlamda sahip olduklarımız bir anlamda bize verilen lütuflar idi. Hissedilmesi gereken duygu şükür ve minnet duygusu olurdu.

Sorumlu olduğumuz ve hesap vermemiz gereken şey bazen ailenin büyükleri, bazen Tanrı, bazen yöneticiler-krallar ve devlet idi.

Sorumluluk ve yükümlülüklerin etkileyici bir unsur olarak binlerce yıl devam edebilmesinin ve insanları yönlendirebilmesinin arka planında da “İnsan-Tanrı”,  “Yöneten-Yönetilen”, “Tebaa-Kral” ilişkisinin mantığı olduğu kanaatindeyim.

Dinin başat olduğu bakış açısında varlığın sahibi, etkileyici ve belirleyici unsuru, koruyanı, devamını sağlayan gücü Tanrı/Allah olmuştur. Tanrı-İnsan ilişkisinde bir denge, alış-veriş ilişkisi hep var olmuştur. Korunma, nimetlenme, düşmana karşı üstün gelme, gazabına uğramama ve ahiret inancı varsa cehennemden kurtulup cennete kavuşma karşılığında Tanrı’nın buyurduğu gibi yaşama, Tanrıya ibadet etme bir sorumluluk olarak kabul edilirdi.

Her dinin ve inancın tarihsel bir aşamasında İnsan-Tanrı arasındaki ilişkinin bir benzeri insan-devlet (Kral, Firavun, Yönetici, İmparator vb.) arasında ortaya çıkmaktaydı.

Bunun ortaya çıkmasını da şu şekilde açıklayabiliriz:

Normal insanlar olarak bizler Tanrı – Öteler – Gayb Alemi – Ruhlar ile irtibat kuramamaktayız. Bu irtibat seçilmiş bazı kişiler tarafından sağlanmaktadır/ sağlanmaktaydı.

Terminoloji ve kavram karışıklığına mahal vermemek için konuyu Tanrı/ Allah – Vahiy – Peygamber ekseninde ele almaya çalışalım.

Tanrı/Allah Peygambere vahyeder. Peygamber vahyi insanlara iletir. İnsanlar Tanrı/Allah adına Peygambere karşı sorumlu olur ve kendisine itaat eder.

Eğer Peygamber hayatta iken devletini kurar veya daha sonra var olan bir devlet o dini inancı sahiplenirse (Allah’ın selamı üzerlerine olsun, Hz. Muhammed – Hz. Süleyman – Hz. İsa’da olduğu gibi) dini anlamda referans-sorumluluk ve yetki devlete geçer. Dine/İnanca sahip çıkma, yayma görevini artık devlet üstlenir. Dolayısı ile devlete hizmet dine hizmet anlamına gelir artık.

Bu anlamda ister kendisinde tanrısallık bulunsun (Nemrut ve Firavun örneği) ister dini bir yapıya büründüğü için olsun; Tanrı/Allah ve Peygambere karşı olan sorumluluk duygusu devlete karşı olmaya başlar.

İslam’da var olan Halifeye karşı yükümlülük, ulul-emre itaat, cemaatten ayrılmama, Allah’ın dini ile hükmediyorsa fasık bile olsa idareciye itaat, “Üzerinize başı kuru üzüm gibi siyah Habeşli bir köle bile tâyin edilse dinleyin ve itaat edin.” İmparatorluklardaki İ’layı Kelimetullah anlayışı, İmamet anlayışı ve bunlar üzerine bina edilen itaat sistemi, Hristiyanlıkta meydana gelen Kral ve Kilise işbirliği bu yetki devrinin izlerini taşımaktadır.

Belli bir aşamadan sonra devletlerin/yönetimlerin dini anlamı ve önemi azalsa da, dini anlayış dolayısı ile devlete itaat anlayışı zayıflasa da insan – devlet arasındaki ilişki sorumluluklar/ yükümlülükler ekseninde yürümeye devam etmiştir.

Yazıda bahsi geçen özellikle 1700’lü yıllarda meydana gelen gelişmeler ile birlikte bir değişim ortaya çıktı. İnsanlar artık Tanrı/ Allah/ Din/ Tarih/ Soy gibi gerekçeler ile devlete karşı sorumlu/ yükümlü olmayı reddettiler ve bu faktörleri var olan yapının devamı için yeterli neden olarak görmediler.

Bir inancı temsil ettikleri, bir soyun veya hanedanın devamı oldukları için hükmetme yetkilerini kendilerinde tabii olarak gören yönetim sistemleri işlevini yitirdi.

Tepede Tanrının yerini almış devlet/ yöneticiler ve tabanda kulların yerini almış yönetilenler üzerine kurulu düzenin yerine karşılıklı sözleşmeye ve uzlaşmaya dayalı yeni bir devlet ve toplum modeli ortaya çıktı.

Artık yönetilenler salt “yönetilen” olma vasfı yerine “insan” olma hasebi ile bazı temel haklara sahip olduklarını dillendirdiler. Dolayısı ile lütfedilen hakların/nimetlerin yerini doğuştan sahip olunan ya da bir hak olarak talep edilen “hak ve özgürlükler” aldı.

Öyle anlaşılıyor ki, bu yeni modelde “vatandaş/ yurttaş”  hak ve özgürlük sahibi; devlet de sorumluluk ve yükümlülük sahibi konumuna geldi. Seçim sürecinde verilen sözler, yapılan vaatler ve ardından yürütülmesi zorunlu görülen icraatlar bunun izlerini taşımaktadır. Yönetim talebi ile vaatlerin yerine getirilmesi, yükümlülük ve sorumlulukların üstlenilmesi arasında zorunlu bir ilişki ortaya çıktı.

Bütün bunların yazılmasının ve bu girişin sebebi şu ki içinde yaşadığımız coğrafya bu gerçeklik ile hala yüzleşmiş değildir. Devletler sorumlu ve yükümlü olduklarını kabul etmemektedirler ve vatandaşlar da hak ve özgürlüklere sahip olduklarının farkında değildirler. Devletler hala verdiğini nimet ve vatandaş da hala aldığını lütuf olarak görmektedir. O nedenledir ki hesap sorma ve kontrol mekanizmaları işletilememektedir.

Bana bu yazıyı yazdıran da özellikle cami çıkışlarında kucağında çocuğu veya iki üç aylık bebeği ile dilenen kişilerin varlığıdır. Demek istediğim şey “devlet bu insanlara para versin veya bunlara sahip çıksın” değildir. Asıl demek istediğim devlet ve devlet erkânı bu bebeklere ve çocuklara karşı yükümlü ve sorumludur. Bunların dilendirme aracı olarak kullanılmalarına engel olmak zorundadır.

Bir bebeğin, dünyaya gözünü açtığı anda dilenciliğin duygusal sömürü aracı olarak kullanılmasına engel olması devletin yükümlülüğüdür. Bu konu, oy devşirmek haricinde başka kaygısı ve amacı olmayan belediyelere bırakılmayacak kadar önemli bir konudur.

Devletler, battaniyeye sarılmış bebeğin dilendirilme aparatı olarak kullanılmasına engel olmakla, sokaklarda avuç açıp para isteyen o eski püskü kıyafetli çocuklara sahip çıkmakla yükümlüdür artık bu yeni mantalitede. Yöneticilerin, sorumlu oldukları alanlarla ilgili her konuda bu bilinci geliştirmeleri gerekmektedir.

Günümüz kavramlarını kullanarak devam edelim.

Dilencilik, bir muhtaçlık durumu değildir; istismardır. Çocukların bu alana dahil edilmesinde de iki türlü istismar söz konusudur: Yardım istenen kişilerin duygularının istismarı ve dilenciliğe dahil edilen/ dilendirilen çocuğun istismarı.

Anayasal gücü elinde bulunduranların, bu amaçla devlet kurumlarına atananların rüşdüne ermemiş bir kişinin haklarını anne – babalarına – ailelerine rağmen ve hatta onlara karşı korumaları, gerekli tedbirleri almaları, fiilin işlenmesi durumunda gerekli yaptırımları uygulamaları bir hassasiyet değil; onlara ait bir yükümlülük ve zorunluluktur. Ve bu zorunluluk/ yükümlülük sadece vatandaşlarına karşı değil, Ülkesinde yaşamasına müsaade ettiği herkese karşı vardır. Dolayısı ile benim bir yurttaş olarak çocuğumu dilendirmeme izin vermeyeceği gibi bir göçmenin/ mültecinin/ kaçak göçmenin de çocuğunu dilendirmesine göz yumamaz.

Buradaki asıl sorun şahit olan ve muhatap olanların duygusal anlamda istismar edilmesi veya bir ihtimal kandırılmaları değildir. Asıl sorun kendi yaşamı ile ilgili tasarruf yetkisi ve becerisi olmayan bir bebeğin/ çocuğun istismar edilmesidir.

Yönetmeye aday olmak sorumluluk ve yükümlülüklere talip olmak demektir günümüzde. Hükümetlerin ve vatandaşların bu bilinçle hareket etmeleri yaşadığımız birçok sorunun çözümünü kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum.

"Çay, dinlemek ve yazmak olmazsa kendimi kötü hissederim" diye düşünen biri...

2 thoughts on “Tanrı Devletten Sorumlu Devlete Doğru

  • 23 Mayıs 2023 tarihinde, saat 06:23
    Permalink

    Tesekkurler.
    Bazı detaylarla ilgili paylasmak istedim.Belediye yapısı,teskilati,gucu itibariyle bir çocuğun dilencilik yoluyla istismar edilmesini çözemez.Isin içine Aile Bakanlığı vb de girmeli .
    Devlet bir fert icin geçmişte rahmet olmuş bence.Devlet güven verir,korur bir düzen sağlar. Kendi devletin yoksa da bir başka devlet yine bir nebze devletsiz bir topluluktan iyi mıdır?Olabilir.Tanidik düşman tanımadık dosttan iyidir misali…Bir sistem ,belirli bir akış rutini-düzeni olması degerli gibi.Tabi burada bir Kızılderili kabilesi de …O da sistemdir ve bir başı vardır saygı duyulan.Ama zayıftır ve…Aslinda …
    Yani ne devletin bir birey icin olmazsa olmadığını unutmak ne de bireyin onurlu yaşam hakkını yok saymak.Yine ortada bir yerde buluşmak sanki…

    Yanıtla
    • 27 Mayıs 2023 tarihinde, saat 00:10
      Permalink

      Katkı ve düşünceleriniz için teşekkür ederiz

      Yanıtla

Yorum yap