Son vahiy ve Elçi aracılığı ile son sesleniş…
Son kelam ve son satırlar…
Son sözünüzü söyleyecek olsanız insanlığa, nereyi tercih ederdiniz ve nasıl söylerdiniz?
Bazı cevapları Kur’an’da görebiliyoruz. Daha doğrusu okuyabiliyoruz. Bismillah ile başlayan ve Nas (insan) ile biten bir kitap. Nüzul sıralamasına baktığımızda ise iqra’ (oku) ile başlayan, bir ucu Allah’a diğer ucu insana dayanan bir kitabı, Oku!
Verilen mesajları, içeriğini okuyarak öğrenebiliyoruz.
Peki, bu son mesajın verilmesi için neden Mekke ve Medine; yani Arap Yarımadası tercih edildi?
Dünyayı ve günümüz yaşam şeklini etkileyen onca medeniyet varken neden o günün büyük devletleri tarafından dikkate alınmayan ve çöl bedevileri/çöl adamları diye küçük görülen o insanların yaşadığı beldeler…
Son vahyin indiği yer başka neresi olabilir diye düşündüğümde:
Amerika Kıtası/Caral-Olmek-Maya-Aztek Medeniyetinin kök saldığı coğrafya olabilirdi. 4500-5000 yıllık bir medeniyetten bahsediyoruz yani. Tabi ki, maksadım medeniyetin tarihsel derinliği değildir. Çünkü insanlık ailesi için 300.000 yıllık bir tarihten bahsedilir ve o tarihin kökleri Afrika’ya dayanır. Ancak yine de kendi içinde sessiz sedasız bir şekilde ortaya çıkan ve yavaş yavaş büyüyen bir inanç medeniyetine ev sahipliği yapabilirdi Amerika Kıtası.
Veya Hindistan ve Çin toprakları da bu inanç medeniyetinin kök salması için uygun olabilirdi. Hatta kültürel yapılarının inançtan etkilenme durumunu incelediğimizde Hakk olarak görülecek bir inanca daha fazla taraftar da bulabilirdi o topraklar.
Belki de en uygun yer, günümüz modern yaşamı en çok etkileyen medeniyet olan Atina-Yunanistan toprakları olurdu. Akıl ve Kalp, Düşünce ve İnanç arasında bir dengenin kurulduğu ve aklın daha fazla da dikkate alındığı bir din ortaya çıkabilirdi. Günümüz algısına da daha uygun olurdu.
Son sesleniş için; arkanıza güçlü bir devleti ve onun azametini almak için İran-Anadolu-Mısır gibi topraklar da tercih edilebilirdi.
Küçümseme amaçlı söylemiyorum ancak, dünyayı ve geleceği etkilemek için bir hareket başlatmak isteseniz tercih etmek isteyeceğiniz yerlerin başında asla Mekke ve Medine toprakları gelmez normalde.
Ancak, İlahi tercih bunun aksini göstermiştir. Bu tercihte şunların etkili olduğunu düşünüyorum:
Hz. Muhammed (a.s.) kendisini son elçi-nebi-peygamber olarak tanıtmıştır. Son elçi olmak demek kendisinden önceki elçileri de referans ve örnek olarak göstermek demektir. Arabistan, Kudüs Coğrafyası ve Mezopotamya haricinde diğer yerlerde tarihsel olarak tanıdığımız ve bildiğimiz, ismi kayıtlara geçen Peygamberler silsilesi bulunmamaktadır.
Amerika Kıtası, Çin, Hindistan, Doğu Asya topraklarında ismini bildiğimiz, kendisinden bize intikal eden kutsal kitabı bulunan, Allah’tan aldığı vahyi insanlara aktaran bir Peygamberi tam olarak bilmiyoruz. Dolayısı ile sanki birden bire ortaya çıkmış ve tarihsel olarak o bölgenin aşina olmadığı bir inancı tebliğ eden bir elçi görünümü ortaya çıkacaktı. O dönemde yaşamış o yörenin insanları böyle algılamasa bile sonraki dünya böyle algılayacaktı.
Ahkaf Suresi/9: Yine de ki: “Ben, peygamberler arasında benzeri gelip geçmemiş biri değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemem, ancak bana vahyedilene uyarım. Ben yalnızca açık bir uyarıcıyım.”
Bu ayette de belirtildiği gibi Mekke ve Medine bölgesi daha önceki Peygamberleri duymuş, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’i (Allah’ın Selamı Üzerlerine Olsun) misafir etmiş bir bölgedir. Kutsiyetine inandıkları Ka’be ve Zemzem kuyusu Hz. İbrahim’in hatırasıdır. Ayrıca tarihi kayıtlara göre Ka’benin ilk temelinin Hz. Adem tarafından atıldığına da inanılmaktadır.
Kendisinden önce gelmiş olan ve Allah-Vahiy-Kitap-Peygamber-Kıyamet-Cennet-Cehennem inanışının bir devamı ve aynı davanın Peygamberi olma açısından Mekke ve Medine ideal bir yerdir. Mekke, Peygamber olan ve ilk insan olduğuna inanılan Hz. Adem (a.s.) ile son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.) arasında bir bağ ve zincir görevi görmüştür. Dolayısı ile binlerce yıldır var olan bir inancın son temsilcisi haline gelmiştir Hz. Muhammed (a.s.). Bu sayede İslam tüm Peygamberlerin ortak davası ve Allah’ın tek değişmeyen hak dini olmuştur.
Son vahiy için Mekke’nin seçilmesinin ikinci önemli nedeni ise bence güçlü ve kurumsal bir devletin yokluğudur.
Devlet demek kalıplaşmış yaşam demektir. Kuralları, yapısı, işleyişi belli olan yaşam demektir. Ve bu belirlenim tepeden başlar. Güçlü devletler halkının nasıl yaşayacağını, organizasyonun nasıl olacağını, nasıl örgütleneceklerini, hatta nasıl inanacaklarını, inançlarını nasıl yaşayacaklarını belirleyen yapılar demektir.
Devlet demek kanun-yasa ve kurallar demektir. Bu kanun, yasa ve kurallara devletin varlığı ve emri dolayısı ile uymak demektir. Devletin somut varlığı yaşam tarzının somut nedenidir. Hâlbuki İslam, bunu arzulamamaktadır.
Peygamber Efendimizin vefatına kadar, bildiğimiz anlamda güçlü bir devlet modeline rastlamamaktayız. Bunun etkisi iledir ki, bir Müslüman İslam’ın hâkim olduğu bir devlette yaşasın veya yaşamasın dininin hükümlerine, emirlerine riayet etmektedir. Devlet kontrolü olsun veya olmasın haram ve helallere bireysel bir tercih ve vicdani bir sorumluluk; yani takva gereği dikkat eder.
Risalet sonrası tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilim dalları devletlerin organize ettiği kurumlardan ziyade sivil diyebileceğimiz ortamlarda gelişti.
İmam Malik, Nu’man bin Kays, İmam Şafıi, Ahmet bin Hanbel gibi öncüler birer devlet görevlisi değillerdi.
Hırsızın eli kesilmese de hırsızlık haram olmaya devam etti
Zinaya celde cezası verilmese de çirkin bir fiil olmaya devam etti
Cezayı tatbik eden devletler olmasa da haramlardan kaçınma ve helallere bağlı kalma sorumluluğu hep var oldu.
Krallar, hükümdarlar, halifeler ölse de; devletler yıkılıp yeni devletler kurulsa da Müslümanın Kur’an karşısındaki sorumluluğu devam etti.
Bunun böyle olmasını sağlayan şey, İslam dininin güçlü bir devletin himayesinde doğup yayılmamış olması; veya Peygamberin bizzat kendisi aynı zamanda başından beri bir devletin başı olmamasıdır.
Bundan kastım, dinin devletleşmeye karşı olduğunu ima etmek değildir tabi ki. Sadece her zaman ve zeminde uygulanmaya devam etmesinin asıl nedeni, İslam’ın ilk baştan beri güçlü bir devletin himayesinde ve kontrolünde çıkmamış olmasıdır.
Aksi takdirde, devletin çıkarları dinin maksadı gibi algılanır, devletin yıkılması ile birlikte din yıkılır ve Allah’a karşı takva ile devlete itaat karışırdı.
Son söz olarak, hem Hz. Adem’e kadar devam eden önceki Peygamberler ile irtibat kurulabilmesi ve hem de bireysel sorumluluk-takva ve vicdanın oluşumunu sağlayan sivil bir yapı kazanabilmesi İslam için en uygun yer Mekke ve Medine idi diye düşünüyorum.