Kendi hayatını uzaktan seyreden “mutsuz insanlar” dolaşıyor şehirlerde.
Kalabalık caddeler, sanki her şey yolundaymış gibi akan trafik, kendinden beklenmeyen bir hızla dönen saatler… Hızına yetişemediğimiz bir hengamede kayboluyoruz.
Debisi öyle yükselmiş ki şehirlerin… Yatağını öyle derinlere yapmış ki akıntıya kapılmadan ilerlemek neredeyse imkansız.
Ruhlarımızın ihtiyacı olandan uzaklaşıp bir nevi “insanat bahçesi” haline dönen şehirlerde, ruhsuz bedenlerimizle dolaşıyoruz.
Her şey değişiyor gözümüzün önünde,
Değerler o kadar kayboluyor ki, “değerler eğitimi” veriyoruz.
Kültürel değer aktarım seviyesi an alt seviyelerde.
Çünkü birlikte değil kalabalık şehirlerde “yapayalnız” yaşıyoruz.
Kuşak çatışmasının da ötesinde adı konulmamış bir kopukluk var; sadece kuşaklar arasında değil kendi kuşağında yaşayan insanlar arasında da…
Öylesine yabancıyız ki birbirimize…
Aile bireylerine bile göstermediğimiz saygıyı dışarıdakine gösterme gereği aklımızdan bile geçmiyor.
Birbirimizden ayrı kültürler oluşturuyoruz farkında olmadan. Merdiven altı kültürler biriktiriyoruz içimizde.
Alışkanlık ettiğimiz bu garip şeyler bizi bilinçsizce yönlendiriyor.
…
Günün birinde bir at dörtnala yokuştan aşağı iniyormuş.
Atın üzerindeki adam da önemli bir yere yetişiyor gibi görünüyormuş.
Yokuşun kenarında bekleyen biri adamı görüp seslenmiş:
– Hey! Böyle acele acele nereye gidiyorsun?
– Bilmem, demiş atın üzerindeki adam ve eklemiş; “Ata sor”.
At, bizi bilinçsizce yönlendiren alışkanlıklarımızdır.
İçinde bulunduğu şartlara en iyi uyum sağlayan canlılardan biri insandır. En kötü yerde kalma zorunluluğu bizi oraya kısa sürede alıştırır. Kötü kokan bir ortamda kalmaya devam edersek o kokuyu duymamaya başlarız.
Bir şeyin farkında olmak o şeyi fark etmektir.
Bir şeyi fark etmeden yaşayanların içinde yaşamak farkında olmadığın şeylerin alışkanlığına dönüşüyor zamanla…
Kapak: Ryoji Iwata