Geçtiğimiz yıl ekim sonu minik ailemle birlikte Gaziantep, Şanlıurfa ve Diyarbakır’ı gezdik. Bir çocuk ve bir bebekle aslında tam anlamıyla bir gezi sayılmaz. Yani tarihinden ve kültüründen tastamam istifade edemedik.
Eşimle evlendiğim dönemden itibaren sıklıkla gezmeye, Türkiye haritasında gidilmedik yer bırakmamaya çalışıyoruz. Hamdolsun az kaldı, kalan il sayımız an itibari ile 17. Tabi bu diğer gezmiş olduğumuz 64 ilin belki de birçoğuna çocuklar henüz aramıza katılmadan önce seyahat etmiştik. Eşimin de benim de inancımız o ki çocuklarla da seyahat edeceğiz ama daha önceki seyahatlerden bir tık daha zor olabilir. Bu sene 3 aylık çocukla gezmek, her ne kadar yakınlarım valla iyi başardınız dese de hayli zordu; ancak onların da verdiği huzur elbette paha biçilemez.
Bu düşünceler içerisinde birçok yer görüp sadece gastronomi turu değil de gittiğim yörenin insanını dinlemek, aralarına karışmak ne bileyim mesela bir seyyar satıcısıyla konuşmak en büyük hazzım. Gittiğim yörede sokak arası kahvesine giremediysem, seyyar satıcı ya da esnafı ile muhabbet edemediysem, en eski camisinde namaz kılamadıysam, şadırvanında abdest alamadıysam oraya gitmemiş gibi hissediyorum. Tabi eski cami bulamadıysam, esnaf bana pas vermediyse, bir de bana şehirli turist gözüyle baktılarsa buna da fena bozuluyorum. Belki de işte tam bu sebeple güneydoğu bana Türkiye coğrafyasında en cazip gelen bölgedir.
Uzun zamandır Ahmet Hamdi Tanpınar ve Turgut Uyar okuyarak üzerine düşündüğüm mimari konusu da işte bu seyahatlerden sonra sık sık zihnimi işgal etmeye başladı. Bazı yazılarımda sık sık mimariden dem vurmam, tepeleme yaşama belasına gark olmak diyerek ifade ettiğim dert, aslında hepimizin içinde bulunduğu şehir sandığımız kent hayatından ibaretti. Kısa kısa geçişlerle zihnimde oluşan meşguliyet zamanla işgale dönüştü. Örneğin içinde oturduğum binayı ben taşıyorum, bir kolonu da benim ya da arsa ben idim de üzerime yaptılar binayı/binaları. Bu son cümle yaşamış olduğum işgali tam ifade eder galiba. Valla nereden Turgut Uyar okudum ya da öncesinde neden geleneksel Türk mimarisi araştırdım, bu biraz baş ağrısının ana sebebi oldu. Bilmezken çok rahattım hatta mutlu olacak sebeplerim bile vardı. Kent hayatına ben de bir ev alarak tutundum. “Evim var, evim” cümlesi 8 sene önce huzur verirken son yıllarda tam zıddı düşünceler uyandırıyor.
Diyarbakır’a gittiğimde Yenişehir öğretmenevinde kaldık. Sabah eşyalarımızı öğretmenevine bırakıp koştur koştur sur içine gittik, dolayısıyla öğretmenevinde kalıp da etrafı izlemedim. Sur içinde sanki memleketime gelmişim hissi bana hep olur. Hiçbir yerde kendimi surdaki kadar güvende hissetmem örneğin. Surdan dışarı çıkmayacak bir durum nasip olsa çıkmayacağım ama henüz o kadar derin ilişkiler kuramadım. Hele o sur içinin zengin insan kültürü, alicenap olması, engin feraseti sizi sur’a bağlı bir hale getiriyor.
Peki ya mimarisi? O kara bazalt taşının efsunlu gözleri… Sırtını yasladığında tüm dertlerinden arındıracağım seni diye kulağına fısıldaması… Ev boylarının boynunuzu ağrıtacak kadar yukarıda olmaması ne büyük lütuf. Ve o heybetli Ulu Camii’nin doğu ve batıya bakan birbirinden farklı motiflerde taşın adeta bir dantel gibi işlendiği revakları, avlusunda bulunan sekiz köşeli külahı ile arınmak isteyen var mı diye bekleyen şadırvanı, Anadolu’da tek örnek olan dört ayaklı (Şeyh Mutahhar) camii.
*Ulu Camii, revaklar.
*Revaklara yakın bakış.
*Külahlı şadırvan.
*Şeyh Mutahhar Camii
*Sur içi sokak arası.
Ya o evleri? Bazalt taşlarından işlenmiş siyah beyaz motifli evleri dışa kapalıdır mesela. Geleneksel bir Anadolu mimari özelliğidir bu. Kendi içerisinde bağımsız bir avlu etrafında odalar, eyvan, mutfak, tuvalet ve erzak deposu gibi yerler vardır. Tipik Anadolu mimarisi özelliğidir bu. Mardin’de ve Şanlıurfa’da da aynı durum söz konusudur, sadece kullanılan taş değişir. Mardin ve Şanlıurfa örneğini bilerek verdim çünkü aynı taş yapısı Niğde’de de mevcut. Özellikle gümüşler manastırına doğru çıkarken sağlı sollu bulunan ev tiplerinde. Aslında şöyle söylemem gerek mimari olarak genel hatlarıyla çizgi bu şekilde ifade edilir ancak yaşanılan coğrafya, bölge taşı, iklim koşulları, maddi olanaklar evi ne ile tasarlayacağınız yönünde belirleyici ana unsurlardır. Bu tarz yapılarda doğal yöntemler ile zaten mahremsiniz. Evlerin hep aynı cepheye bakıyor olması, yanda bulunan evin sizin avlunuzu göremiyor olması belirli bir hassasiyet kültürü ile ortaya çıkmış değerlerdir.
Bu bağlamda şehir örnekleri vererek konuyu gereksiz uzatmak, okuyana azap olur ama birkaç şehir ismi ile örnekleri daha seçici bir hale getirebiliriz. Amasya, Ankara, Kastamonu, Üsküdar, Mardin, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır… Bu şehirler dışında geleneksel mimari yok mu? Tabi ki hayır, sadece bu isimler çok özel olanları diyebilirim.
Aslında bunca şeyi bu son paragraf için anlattım. Sen tut sur içinde bu hisler ile eşsiz mimaride sahabelerin kokusunu içine çeke çeke yürü akşamına gel Yenişehir öğretmen evinde Sincan, Bağcılar, Sultanbeyli manzaralı bir odada konakla. Çekilecek azap mıdır Allah için?
*Bahsettiğim Öğretmenevi manzarası.
Şehirlerimizde ne imar ediyoruz biz. (Bir gün şehir ve kent ile ilgili not düşeceğim) Artık Diyarbakır’ın ne farkı var Sultangazi’den? Bursa’nın ne farkı var Sincan’dan? Sıkış tıkış, üst üste, alt alta… Tepeleme yaşama belasına gark olacak nasıl bir belaya tutulduk biz. Şehirlerin kendine has’lığı kalmadı. Hadi onu da geçelim. Namusuna bu kadar düşkün bu milletin tek hassasiyeti perde. Perdeyi çekiyoruz çünkü bir metre karşıda ev var. O da çekiyor çünkü biz varız. 20. yy mimarisinin Anadolu ile tanışması bize hayır getirmedi. Modernleşme dedik, zaten hayranlığına yatkın olduğumuz batılılaşma dedik, mekândan tasarruf dedik ufkumuzu kaybettik. 20. yy batı mimarisinin tipik özellikleri Pera’da, Kadıköy’de görürken cumhuriyetin ilk yıllarında da Ulus’ta gördük. Onların da işlenişi bu güne bakarak tam bir sanat abidesi… Şimdi ise insana yapılan derin saygısızlığın içinde debeleniyoruz.
5 katlı apartmanın giriş katından selamlar.
*Bu yukarıda gördüğünüz ev babamın doğduğu büyüdüğü, annemin gelin geldiği, ablam ve ağabeyimin doğduğu ev, daha doğrusu konak. Ne çok şey kaybetmişim(z) değil mi?
*Bu da içimden geldi. Yeşil Bursa’ya Uludağ’dan bakış. Modern insanın sanatsal çalışması.
**Not: Kapaktaki görsel Kütahya Germiyan sokağın restorasyonu öncesine aittir.
Diyarbakırı, Anadolu’yu yani bizliğimizi unuttuğumuz bizi anltıyorsun. kalemine sağlık. Ancak biz bizi unutmuşuz sen bize bizi hatırlattın, sizin gibilere her daim ihtiyacımız var.