Kendisi imam olan değer verdiğim bir abim, her zamanki gibi Müslümanların sorunlarını konuştuğumuz -o kadar çok sorunumuz var ki, yeni şeyleri konuşmaya fırsatımız kalmıyor- bir sohbet ortamında bağlam gereği şunları söylüyordu:
– Tamam, eskilerin eğitim metodu yanlıştı. Sopayla, dayakla eğitiyorlardı bizi; ama hocam beni dövmeseydi ben hafız olamazdım. Yanlış da olsa o yöntemle benim ve birçok kişinin hafız olmasını sağlamıştı. Bugün insan psikolojisini inceleyip en doğru eğitim metotlarını bulmaya çalışıyoruz ama merak ediyorum; ben bugünkü “doğru” eğitim metotlarıyla kendi oğluma hafızlık öğretebiliyor muyum veya din ile ilgili başka herhangi bir şeyin aklında kalmasını sağlayabiliyor muyum?
“Hafız”ın kelime anlamıyla (koruyan, saklayan) bugün kullandığımız anlamı (Kur’an’ı baştan sona ezberleyen kimse) farklı, doğrudur. Allah c.c. bize: “Kitab’ı metin olarak baştan sona ezberleyin, anlamasanız bile!” şeklinde bir emir vermedi, bu da doğrudur. Bu anlamda, bir hafız olmanın, tek başına imani açıdan hiçbir getirisi de olmayabilir, hepsi doğru; ama ben konunun burasında değilim. Günümüzde eğitim, en azından birçok yerde eski usullerle yapılamaz, yapılmamalı da, buna ilk önce “eskiler” izin vermez. Tabi kastım, her yeri akıllı tahtalarla, ekranlarla donatalım, VR gözlükler kullanalım filan da değil. Bazı modern okullarda, odaklanma sorununa yol açtığı gerekçesiyle teknolojik aygıtlar bilinçli olarak kullanılmıyor. Hatta kara tahta ve tebeşirle eğitim veriliyor. Ben aslında yukarıdaki son cümlenin son kısmındayım. Bugün gerçekten de çocuklarımıza dinimizle ilgili herhangi bir konuyu belletebiliyor muyuz? Yüreklerine sindirebiliyor muyuz? Büyüklerimize zaten yapamıyoruz, onlar her şeyi çözmüşler, biliyorlar; ama çocuklarımız yarınlarımızı şekillendirecek. Onlara bu hayat yolculuklarında ne kadar doğru bir şekilde eşlik edebiliyoruz? Kitaplar, yöntemler, telkinler, modern yaklaşımlar, insan psikolojisi üzerine destanlar… Okumakla bitiremeyeceğimiz bir külliyat var bu alanda. Olayın eksik bıraktığımız tek bir yönü bile kalmamış – gibi.
Bir adım daha ileri gidelim: Kendimizi ne kadar geliştirebiliyoruz bu alanda, ya da herhangi bir alanda?
Bahsettiğim konu açısından orijinal metne yakınlığı önemli bir araç olarak görüyorum. Bugün bizi meşgul eden çok şey var. Hemen teknolojik sosyal medya araçlarını günah keçisi ilan etmeyelim. Bizi ilgi duyduğumuz herhangi bir konuya odaklanmaktan alıkoyan çok fazla meşguliyetimiz var. Bir kere çoğumuz Mısır piramitlerini yapan kölelerin günlük çalışma saatlerinden daha fazla bir iş hayatı mecburiyetine sahibiz. İhtiyaç saydığımız şeyler her geçen gün artıyor. Bu nedenle inancımızın temelinde bulunan Kur’an ile ünsiyetimizi sağlayan bütün bağları kıymetli buluyorum. Hiçbir şey anlamadan metni okumaya çok fazla değer veriliyor diye orijinal metinden tamamıyla uzaklaşmak, genel kültür seviyesinde bile olsa Kur’an dilini anlayabilecek, hiç değilse konunun farkına varabilecek kadar dil öğrenmemek büyük haksızlık değil mi? En son çıkan ve kullanımımıza sunulan teknolojileri dibine kadar inceleyip, hemen adapte olup öğreniyoruz. Emlak, araba, yemek tarifleri, filmler, teknoloji vb. ilgi duyduğumuz konuları, yoğun hayatımızda bize kalan birkaç saatlik zamanlarda en ince ayrıntısına kadar araştırıp en sonunda da kendi tecrübelerimizle birleştirip bir fikre ulaşabiliyoruz. Bu kadar değer verdiğimizi iddia ettiğimiz kitabımıza ve inancımıza sıra geldiğindeyse “işi ehline bırakalım” triplerine giriyoruz. Halbuki yine inancımıza göre, Hesap Günü’nde, tabiri caizse, bizi ilk satacak olan kişiler onlar olacak; bizi zorlamadıklarını, kendimizin balıklama atladığını söyleyecekler hemen. Bu alanda kendimizi ehline bırakmak yerine ehliyle birlikte öğrenmeye çalışmak olmalı tavrımız.
Tarikatlarda kullanılan çile ve zikir yöntemleri de yine bu açıdan bir araç olarak, nereden baktığımıza göre değişse de kısmi bir fayda sağlamıştır eğitimde – eskiden. Bunları dinin vazgeçilmezi gibi görmek de yerin dibine geçirmek de anlamsız geliyor bana. Bir dönem kullanıldı, faydası görüldü veya görülmedi. Günümüzde de kullanılıyor bir çok grupta. Ne kadar faydalı bilemeyeceğim; ama değişen sosyolojiye uygun olarak fayda görebileceğimiz yeni metotlar da geliştirebilmeliyiz.
Mushafa saygısızlık yapan kişileri aklamak da anlamsız. Her sene hem dünyada hem de ülkemizde ara ara yaşanan olaylar malum; birileri mushafa saygısızlık yapar, üzerine basar: “Bakın bir şey olmuyor bana!” der ve biz her seferinde olduğu gibi yine ayrılığa düşeriz. Kimimiz mübarek olanın kağıt değil anlam olduğu üzerinde durur, kimimiz anlamın yazılı olduğu kağıda da hürmet gösterilmesi gerektiğini hatta göstermeyenin cezalandırılması gerektiğini ifade eder. Gidelim, vuralım, kıralım demiyorum elbette, bu da Allah’ın emri değil; fakat cici görünmek zorunda olduğumuz kişi bu hakaret sahipleri değil. Bizlere orta yol üzere olmayı kaypaklık gibi gösteren bilinçli veya bilinçsiz bir akıl var. Uçlarda savrulup duruyoruz. Ya hiç umurumuzda olmuyor ya da bir meydan muharebesinde gibi davranıyoruz. Bu da bizi her devirde kullanılmaya açık bir kitleye dönüştürüyor.
Kuran okunurken makamdan da etkilenebiliriz, bu son derece normaldir. Kıraatte geliştirilen müzikal tarzın da imani bir katma değeri yok, tamam; ama bundan etkileniyor olmak da dinden çıkma sebebi değil. Sosyal hayatın getirdiği çeşitliliklere karşı duvar örmek; hatta yasaklayıcı bir tavır almak, çözüm olmuyor. Tevhit-şirk bağlamında bizi şirke götürecek her türlü uygulamaya karşı dimdik duralım, en küçük şüpheye bile yer vermeyecek şekilde bu ritüelleri yok edelim (Bkz. türbeler etrafındaki acayipliklikler); ama bunun dışındaki çeşitliliklere de aynı sertlikte yaklaşmak hayatı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Üstelik bu tepki, diğer temel yanlış uygulamaların sıkı bir şekilde savunulmasına neden oluyor ve hiçbir ilerleme kaydedemiyoruz.
Uçlardan kurtulmamız gerekiyor. Kur’an’ı, yüzünden okumak şeklinde tabir ettiğimiz, orijinal metinden okuyan birine rastladığımızda hemen eleştirel yaklaşmanın hiçkimseye faydası yok. Aynı şekilde meal okuyan birine rastlayınca da aklını ilah edinmiş mumalesi yapmanın anlamı yok. Hayatta çok az konu “ya o, ya da bu” keskinliğindedir. İçimdekileri tam anlatamasam da, konumuz özelinde “hem o, hem bu” şeklinde kapsayıcı yaklaşmanın faydasına inanıyorum.
Hayatımızdaki “yoğunluğumuzda” Kitab’ımıza biraz daha geniş bir yer açamıyorsak “inanıyoruz” demek basit bir slogana dönüşüyor. Orijinal metinden de kopmayalım, anlamdan da kopmayalım. Kitabımızı yüzünden de okuyalım, mealden de. Aklımızı da putlaştırmayalım, hocalarımızı da, insan icadı harfleri veya alfabeyi de.
“Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım.” Bakara:152