İnsanın geleceğe yönelik bir amacı olması gerektiği, bir şeyler uğruna yaşamını inşa etmesi gerektiği bizlere okul hayatının başlangıcından itibaren anlatılıyor. Gerçeği söylemek gerekirse ben son birkaç yıl öncesine kadar ‘’amaç‘’ kelimesini zihnimde canlandırma anlamında ciddi problemler yaşıyordum. Her ne düşünürsem düşüneyim amaç denen kavramı somut bir kalıba sığdıramazdım. Bundan dolayıdır ki bahsettiğim, bizlere aşılanmaya çalışılan “hayatını bir amaç üzerine inşa etmek” bana uzun yıllar boyunca kuru bir laf kalabalığı olarak geldi. Ama yıllar biraz daha olgunluğunu üzerine alınca anlamaya başladım. Amaç denen kavramın zihnimde artık somut bir şeylere dönüştüğünü fark ettim. Evet, şuan yaşıyoruz. Ne İçin yaşıyoruz? Yaşa yaşa nereye kadar? Yaşamı anlamlı kılacak ve zihnimdeki boşluklara dolduracak bir amaca ihtiyaç vardı. Amaç denen ve bana bunca yıldır boş bir laf kalabalığı olarak gelen bu ifade, yaşadığım son yıllarda doldurulması gereken bir boşluk haline geldi. Bir yaşamın anlamlı olabilmesi ya da kayda değer olabilmesi için bir amaç gerekliydi. Ne için yaşayacaktın? Kimin için yaşayacaktın? Yaşamını nasıl daha anlamlı kılabilirdin? Bu sorulara hâlâ tam anlamıyla cevap verebilmiş değilim. Zihnimdeki bir boşluğu doldursam hiç beklemediğim yerden yeni boşluklar oluşmaya başlıyor. Kim bilir belki de amaç denen ifade, hayatın boyunca zihninde oluşan boşlukları doldurmaya çalıştığın onca zaman ve emektir.
Bugünlerde okuduğum Viktor E. Frankl’ın kaleminden “İnsanın Anlam Arayışı” isimli çalışmada, altı uzun sayfa boyunca çizilen insanın amacı ve insanın fiziksel sağlığı konusu dikkatimi çekti. Frankl 1945’lerde bir psikolog olarak görev yapıyor. Daha sonra dünya savaşının patlak vermesiyle birlikte toplama kampına esir düşüyor. Frankl bu eserinde toplama kamplarında inceleme fırsatı bulduğu psikolojik vakaları okuyucularına aktarıyor.
Toplama kamplarının şartlarından ve herkesçe bilinen zihni yapısından dolayı kamplarda tifüs salgını baş gösterir. Daha sonra iyileşebilecek durumda olan tifüs hastaları tedavi kamplarına taşınarak tedavi edilmeye çalışılır. İşte Frankl bu tedavi kamplarının birinde esir doktor olarak görev yapar. Bir olaydan bahseder;
Bulunduğu tedavi kampının başhekimi, kamptaki aralık ayı tifüs salgını ve ocak ayı tifüs salgını ölüm oranlarında ciddi miktarda artış olduğunu söyler. Frankl’ın aklına ister istemez az yemek, çevrenin çöplük derecesinde pisliği ve sağlıksız durumdaki yaşam koşullarından dolayı ölümlerin arttığı fikri gelir. Fakat başhekim bunun nedeninin yemek ve fiziksel ihtiyaçlar olmadığını, insanların kasım ayında, yeni yılda evlerinde olacakları hayalini kuranların ve bu hayal uğruna yaşama tutunanların, ocak ayında kendilerinin hâlâ toplama kampında olmasından ve ümitlerinin boşa çıktığından dolayı psikolojik olarak yıkıma uğradığı, bundan dolayı bağışıklık sisteminin etkisiz düşerek vücudun tifüs etkeni tarafından ele geçirildiği tanısını koyar. Yani kısaca ümitlerini kaybeden ve beklentileri gerçekleşmeyen insanların psikolojik olarak yıkıma uğradığı, bundan dolayı vücudun savunmasız kalmasıyla tifüsün vücudu ele geçirdiği anlatılır.
Frankl burada insanın zihninde betimlediği amaçları, ümitleri ve onları yaşama bağlayan şeylerin onları asıl hayatta tutan şeyler olduğundan bahseder. İnsan amacını, ümidini ve hayata olan inancını kaybettiğinde aslında ölür. Bundan dolayıdır ki insan psikolojisi ve fiziksel sağlığı arasında oldukça kuvvetli bir bağ vardır. İnsanın amacı ve beklentileri ne kadar kuvvetli ise hayatını daha yaşanabilir kılan da odur.