İlk onu görmüştüm sınıfa girdiğimde. Öğretmen bir tarafa, diğer mevcut bir tarafa, benim gözüm, sırada önüne teneke kolayı koymuş ve ağır ağır onu içen çocuk Umur’da idi. Gözümü alamıyordum ondan. Artık ne kadar süre hareketsiz kaldımsa İdris öğretmen “E hadi geç yerine artık oğlum!” diyerek sıranın birisine yollamıştı. Ne sebeptir bilinmez dönem boyu onu gözlemiştim hep köşe bucak. Mesela ilk defa Umur’dan duymuştum: “Annem çalışıyor” cümlesini. Sanki bizim mahalleye sokulmuş değişim nesnesi idi kendisi. Üstelik annesi bankacıymış. Vay benim anam babam! Milletin babaları koyun sürüsüynen oğlunu, kızını okuldan almaya gelirken, Umur’un annesi bile çalışıyordu. O zaman biraz daha anlamaya başlamıştım sıranın üstünde kırmızı kırmızı duran kola kutusunu ve arada bir dudaklarına götürüp höpürdetmesini.
Bu yaşamdan bir kare olan görüntü benim ha bire bazlama, gözleme bir de anamın çalkaladığı ayranı tükettiğim dönemlere denk gelmişti. Babamın caminin cemaatine esans sattığı günler… Herkesin Umur’un beslenme çantasını merak ettiği, “Acaba gene muz çıkacak mı?” dediği, etrafında pür döndüğü zamanlardı. Hepimiz askıya gocuk asardık o ise montunu asardı. Hava ise hep griydi. Çok az güneş açtığı zamanlardı. Bu az güneş açtığı dönemlerde de kendi doğan güneşimizin aydınlığında yaşıyorduk. Dünyayı saran güneş bizim buralara pek uğramaz biz mümkün mertebe kendi güneşimizi var etmeye çalışırdık. Doğsun güneş de yok etsin gri tonları diye beklediğimiz günlerdi hâsılı.
Bir gün öğretmene beni şikâyet ederken duydum Umur’u. “Öğretmenim biliyor musunuz? Alper’in annesi kara çarşaf giyiyor, babası da imammış.” Kulaklarıma inanamamıştım. Babam kutsal bir görevi ifa ediyordu benim gözümde, hatta birçok kişinin akıl danıştığı da bir adamdı. Bunda şikayet edilecek ne olabilir ki? Hele kıyafet… Her zaman anneme çok yakıştırmıştım her giydiğini. Ailevi ideolojilerin çocuklara yansıdığını ve çocuk akıllarıyla edindikleri bu ideolojiyi savunduklarını hiç düşünemedim. Annemin Kur’an Kursu vardı. Bir nevi özel eğitim kursu gibi. Ben sabahçıydım okuldan öğlen çıkınca kursa gider ben de bir nevi eğitime tabi olur hem de diğer kursiyerlerin getirdiği yemekler falan derken kendimce güzel bir ziyafet ortamı olurdu. Nasıl olduysa artık denk mi geldi ya da dönem onu mu gerektirdi bilmiyorum. Umur’un İdris öğretmene şikâyetinden sonra Kur’an kursunun önünde hep bir polis arabası beklemeye başladı. Önceleri sokakta ya da binada bir sorun var ona geliyorlar sandım masumca; ama öyle olmadığını zamanla kurstan çıkanları sorgulamaya götürdüklerinde anladım. En iyi anladığım zaman ise annemi kurs bitimi karakola götürdüklerinde oldu. Birçok kez kısa boyumla polislerin bacaklarına sarılıp “Bırakın annemi!” desem de itilip kakılıp annemi götürdüklerinde o arada bir doğan güneşim de sönmüştü. Artık her yer griydi. Polis arabası gri, kurs gri, sokaklar, binalar ve Ankara… Birçok kişiden duymuşumdur, Ankara gri bir şehir diye işte bu sebepten gri diyemedim ama evet bu sebepten gri. Annem o gün götürüldüğü karakoldan iki gün sonra geldi. Yorgun, aç ve umarsızdı. Bu gitmeleri de duymuş olduğu umarsızlık da işte o gün başladı. Zamanla kurs kapandı yani kapatılmak zorunda bırakıldı. Çok sonraları duyduk ki annemin en eski talebelerinden birisi annemi İran ajanı diye karakola şikâyet etmiş. E tabi karakolda eşsiz bir operasyonla, doksanların meşhur özel harekâtçılarıyla annemi almışlar. Çok şükür ki ben bu sahneye tanık olmadım yani öğleden sonra değil sabah yapmışlar operasyonu. Ortaokul 2. Sınıfa değin onu bekledim hep. Babam pek götürmezdi beni annemin yanına galiba öyle görmemi istemezdi. Çok özlesem de ondan sakladığım yemenisi ile yatar onunla kalkardım. Çok dara düştüğümde onu koklar işleri yoluna koyardım. Bazen “Annem acaba esastan ajan mı?” diye düşünmedim değil, hatta “Bankacılık da meslek mi kardeşim bak benim anneme ajan ajan!” diye düşündüğüm bile olmuştur. Ama içinde bulunduğumuz maddi durumla eşleşmiyordu bu durum. Çok sonra aklım yettikçe öğrendim ki o dönemin popüler mesleğiymiş İran ajanlığı. Sıkışan olursa yaftala geç. Dönemin popüler yaftalarındanmış.
Umur’un öğretmene şikâyeti sonrası gelişen bütün problemleri önce Umur’a sonra kolaya sonra da beslenmeden çıkan o sapsarı çikita muza bağladım. Kola satan dükkânların hepsini köklü değişim isteyen esnaf olarak kaydettim zihnime. Eylem yapmak istedim sokaklarda “Ayranıma dokunma” diye. Muz satan dükkânlarla bir problemim olmadı ama yerli muz var mı diye sordum yoksa o dükkâna da girmedim. Ve nihayet umursuz ve umurumda değilsin kelimelerini zihnimden çıkardım. İlkokul 3’ten itibaren bu kelimeleri hiç kullanmadım. Tıpkı hiç kola içmediğim ve hiç ithal muz yemediğim gibi. Ha bu arada montum da olmadı hiç. Giydiklerimin hepsi hala gocuk. Su geçirmez, içi polarlı olanlardan olsa bile adı gocuk onun.
Annemi söylemeyi unuttum. 7 yıl sonra çıkageldi iki gözümün nuru. Kaç senedir grinin bin bir tonunu yaşadığımız şehre güneş gibi doğdu. Ve eritti grilikten kaskatı kesilmiş tüm yapıları. Bana hiç durumundan bahsetmedi. Yeni öğrencileri olduğunu, onlara eğitime gittiğini çok faydalı geçtiğini hatta hele ki gittiğini falan anlattı hep. İnsan biraz olsun şikâyet etmez mi yahu.
Şimdi Musul’daki konsoloslukta Sincar’a doğru bakarken aklıma geldi bunlar. Sincar/Sincan… Çağrıştırıyor ya sanırım ondan. Bizim konsoloslukta kola içen yok. Çocuklarla maç yaparken de bu bölgeye özgü çalkalama ödüllü maç yapıyoruz. Annem ise hala enerjik ve hala çalışmakta… Zoom üzerinden de olsa derslerine devam ediyor.