Doğaya karşı o kadar hasretle doluyum ki… Bir ağaç altı, bir yol kenarı toprak sahanlığı, dere boyu uzanan ağaçlık, uzun uzadıya stepler, uçurum boylarında önüme seriliveren deniz; anne gibi, yârin kolları gibi muhteşem geliyor hayalimde.
Doğayla iç içe geçen zengin bir çocukluk yaşadım aslında. Otuz yıl sonra bu kadar özleyeceğimi asla tahmin etmeden sazlıklarda, göl diplerinde, ırmak boylarında, tepe üstlerinde sayısız günler, zamanlar geçirdim.
Belki de çocukluğumu özlüyorum. Uyandığımda ağaç altında sonsuz bir huzurla sarmalandığım, bahçe kenarında babamla birlikte su arkları yaptığım, babamın dallarını budamam için beni çıkardığı ağaçları özlüyorum. Annemin hazırladığı yemekleri kırda babamla birlikte iştahla yememizi, sazlıklarla, göl suyuyla, küçük ot dallarıyla konuşsam beni anlayacaklarmış gibi kurduğum ünsiyeti özlüyorum belki.
Doğanın içinde o kadar özgür hissetme zevkini belki de başka hiçbir yerde bulamıyorum. Düşüversem, arkamdan benimle eğlenecek bir ağacın olmaması, üstüne yanlışlıkla bastım -keşke basmasaydım- diye karıncaların yaygara koparmaması, gördüğüm, varlığını hissettiğim her şeyin bana yararlı ve benimle dost olduğunu bilmek muhteşem bir duygu.
Hele ırmak boyunda kendi kendime girdiğim yarışlar; adayı bir baştan bir başa daha kısa sürede koşma telaşım… O an ırmağın destekleyici gözlerle beni izlediğini sanmak, yandaki ağacın benimle gurur duyduğu vehmine kapılmak ne tamamlayıcı ve iyi hissettiren bir yanılsama.
Herhangi bir ağacın meyvesinin tadındaki ekşilik miktarını, rengindeki tonu biliyor olmak o ağaçla kardeşlik, dostluk duygusu oluşturuyor. O ben meyvelerini koparırken nasıl hissedeceğimi biliyor, ben yedikten sonra ona karşı ne hissedeceğimi biliyorum. Dalında saatlerce oturabilirim ama tek yaprağına zarar vermeden doğal bir içgüdüyle yaparım bunu. Oysa annem bana hiç “dalını kırma, zarar verme” dememiştir.
Bir sahil kenarındaki tüm kumları, taşları, yanı başında yeşermiş yalnız ve gür ağaçları olanca coşkuyla kucaklayabilirim, hepsini elime alıp tek tek sevebilirim. Hiçbir insan yapısının bulunmadığı yerlere aşığım adeta. Balta girmemiş ormanlarda hayatta kalabilirim ama insan elinin değdiği yerlerden korkarım gibime geliyor. Herhangi bir doğal ortamda aniden karşıma çıkıveren –doğanın kendisiyle uyumsuz- insan yapıları adeta “ihanet edilmiş” duygusu uyandırıyor bende.
Bir gün her şeyi arkamda bırakıp bir dağ başına yerleşebilirim. Ya da bir ırmak kenarına. Yanıma mümkün mertebe insan eliyle yapılmış hiçbir şey almadan çocukluğumdaki o eksiksiz bütünleşmeyi yeniden tesis etmek şu an en büyük ihtiyacımmış gibi geliyor. Gözlerimi kapattığımda bir sahilde son sürat koşma hayalini canlandırmamdan anlıyorum bunu, bir dağ başı salıncağında saatlerce salındığımı hayal etmemden, bir ormanda tek başıma gökyüzünü seyretmeye karşı duyduğum özlemden anlıyorum.
Galiba herkeste var bu özlem ama bendeki biraz daha tecrübelerle ve güzel anılarla bezendiği için daha içten bir istekmiş gibi geliyor bana. Ve uzadıkça uzuyor gözlerimin önünde buğday başakları, günebakan tarlaları.
İçimden özlem dolu hislerle bakıyorum onlara, Zeki Müren temennilerimi seslendiriyor arabanın teybinde: “Elbet bir gün buluşacağız” …
- Huysuz Amcaya Bir Çift Sözüm Var
- “Gerçek İslam” Söylemi ve Kentlilik – 1