Kusursuzluk arayan biri oldum hep.
Kusursuz olmam gerek, hata yapmamam gerek diyerek büyüdüm.
Bir yanlış yaparsam sevilmeyeceğim sandım.
Bir eksik bırakırsam gözden düşeceğimi…
Sanki insanlar sadece mükemmel olanları severdi.
Ve ben, hep sevilmek istedim.
Bu yüzden uzun yıllar boyunca kendime hata hakkı tanımadım.
Kendimi cezalandırdım…
Bir başkasının dudaklarından dökülen “olsun” kelimesini ben kendime söylemedim.
Kalbim ağlarken bile, içimdeki çocuğa “sus” dedim.
“Kusursuz olmalısın!” dedim.
Yüzün gülecek, sözün ağır başlı olacak.
Yorgun görünmeyeceksin.
Yara göstermeyeceksin.
Hep ayakta kalacaksın.
Ama sonra bir şey oldu.
Hayat beni, gövdesi kemirilmiş bir sandalyeye oturttu.
Bir evin köhne mutfağında, eski bir ekmek dolabının başında buldum kendimi.
Kapağını açtığımda, içinden güvelerin hikâyeleri çıktı.
Farelerin iz bıraktığı raflardan çocukluk günleri sızdı.
Ve ben anladım ki hayat, böyle bir şeydi.
Eksik.
Yıpranmış.
Düzensiz.
Ama bir o kadar gerçek.
Çünkü ne kadar derleyip toparlasak da bazı kırıntılar kalıyor geride.
Ne kadar susarsak susalım bazı duygular sızıyor geceye.
Ne kadar güçlü görünsek de bazı yaralar içimizde hâlâ kanıyor.
Ben artık buna inanıyorum.
Mükemmelliğin donukluğuna değil,
güvelerin kemirdiği bir ceketin sıcaklığına…
Farelerin uğradığı bir mutfağın samimiyetine…
Çünkü o evlerde yemekler pişti,
çocuklar büyüdü,
bazı hayaller yıkıldı,
bazıları ise inadına yeşerdi.
Ben artık kusursuzluğu değil,
içinde eksikleriyle bile sevilesi olan hayatı arıyorum.
Yani belki de ilk kez, kendimi…