Ergenlik dönemi hiç şüphesiz en zor zamanlardan geçtiğimiz dönem. Hayatımızda belki en önemli ödevimizin verildiği ilk yaşamsal süreç: Ben olma görevi. Ergen insanı; annenin kuzusu, babanın gözdesi, ağabeyin biricik kardeşi olmaktan çıkıp “birey” olmanın o çetrefilli yollarını arşınlamaya başlayacak.
Herkes gibi olmayacak; sıradan, güçsüz, ezik, çirkin, aptal, fakir olmayacak. Başkalarında görüp acıdığı, üzüldüğü, tiksindiği, kıl olduğu, işkillendiği, aldırmadığı ve saygı duymadığı hiçbir şey olmayacak. Benzersiz, saygın, parmakla gösterilecek, beğenilecek ve her istediğine kolayca ulaşılacak bir yerde/şekilde olacak.
Olamayacağını düşündüren etmenlerle karşılaştığında, duçar olduğu ruhsal çöküntü hiçbir şeyle kıyaslanamayacak denli ağır. Olabileceğine inancı pekiştiğinde ise kıvancı görülmeye değer. Aslına bakarsanız hepsi eşsiz, çok eğlenceli, kibar ve hayranlık uyandıran bir yetenek örüntüsüne sahip. Gelin görün ki inançları konusunda son derece inatçı ve değiştirme beceriksizliği içerisindeler. Meşhur diyalog “ bana öyle geliyor” un en sıkı takipçileri ergenler bence. İnandıkları şey ne kadar saçma olursa olsun, ne kadar gerçekle çelişirse çelişsin onlar için değişen bir şey olmuyor.
Tıpkı haftalarca “çirkin” olmadığına inandırmaya çalıştığım on yedi yaşındaki aslında güzeller güzeli genç kızımız gibi. Varsın inansın ne var bunda; diyeceksiniz belki. Ancak kazın ayağı öyle değil. Bu genç kızımız üç kez intihar girişimiyle acil koridorlarında arz-ı endam ediyor. Görseniz oğlunuza gelin adayı olarak ilk sıraya koyacağınız, geleneksel güzellik yarışmalarında boy gösterse oyunuzu en başta bu kızımıza gönül rahatlığıyla vereceğiniz kadar güzellik ve incelik sahibi. Ve fakat bir zamanlar “dismorfofobi: çirkinlik korkusu” diye tabir edilen, sonrasında Kraepelin’in “kompülsif nöroz” diye bahsettiği ve Pierre Janet’in “Bedenle ilgili utanç obsesyonu” diye adlandırdığı bir patoloji örneği bu. Son olarak günümüzde “Beden dismorfik bozukluğu” olarak kendine yer edinen bu psikolojik lanet, gerçeklikle hiçbir ilgisi olmaksızın genç arkadaş(lar)ımızı bedenine karşı bir düşmanlığa doğru götürüyor.
Her şey onunla ilgili olmaya başlıyor bir süre sonra. Bütün yetersizliklerin sebebi, başına gelen bütün olumsuzlukların müsebbibi olarak bu durum görülmeye başlanıyor. Bu tezi destekleyen birkaç olay da yaşanmışsa hele; başka türlüsüne mümkünü yok inandıramazsınız. Birkaç arkadaşı tarafından alay edilmişse mesela; konuyla ilgili hassasiyeti fark edilip burnuyla, kaşıyla, gözüyle dalga geçilmişse geriye kalan bütün argümanlar geçerliliğini bir çırpıda yitiriveriyor.
İşe buradan başlayayım dersiniz. Onu inandırmaya sebep olan şeyin arkadaşlarının haklı olduğuna inanması üzerinden yürümeye başlarsınız. Fakat onlara yeterince karşı koyduğunu söyleyebilir. Yüzleşmek, tartışmak ve o anıların değiştirilmesini istemeyebilir. Sizi de inandırır buna. Kişinin tedaviyi seçme ve reddetme hakkı olduğu için siz de başka bir yol denersiniz mecburen.
Bu kez obsesyonun nöro-biyolojisini aktarırsınız karşı tarafa. Zihin dünyasına giren viral yapıların düşünce sistemi üzerinde bir hakimiyet kurduğunu ve adeta uyuşturucu – uyutucu- bir etkiyle, aslında temelsiz olduğunu bildiği düşüncelere inandırıp durur, dersiniz. Bu kez bunun bir inanç olmadığı; bilgi olduğu savıyla karşılaşırsınız. Örneklendirir bu tezini; karakterler bulur, gerçekçi hülyalarını anlatır ve yeniden avlar sizi. Kendine model olarak seçtiği Barbara Palvin’i görünce bunun bir gençlik hülyası olduğu inancına yönelirsiniz. Fakat bu kez de kendi bedeni ile ilgili olumsuz imajın psikopatolojisi bir yerlerde rahatsız eder sizi.
Bedeniyle ilgili kuracağı ayrı ve keşif odaklı yaşantıların işe yarayacağı tezini işlersiniz bir süre. Bedensel deneyimleri ve aldığı yanıtlar hoşuna giderse algısı da değişebilir diye düşünürsünüz. İmajinasyon dünyasında bedensel kayıtların olumlu yanıtlarını aratırsınız. Yeni yetme bir gencin kendi bedenine bu kadar yabancı, ön yargılı, hazımsız ve tatminsiz oluşunu hayret verici gözlerle izlersiniz.
Zira bu bedenini geçici bir emanet gibi gören, yaşadığı olumsuz tüm anı kayıtlarını ona havale eden, onu değiştirmek için tüm hayal dünyasında sınır tanımaz planlar hazırlayan biri sizin tüm iyi niyetinizi çalmaya, çaresiz bırakmaya ant içmiştir. Teslim olmak olur mu? Asla! Hazırladığınız herhangi bir planın bir gün ansızın karşı tarafın zihin dünyasında “olumlu” sinyaller göndereceğinden ümitle beklersiniz. Kim daha inatçı ise o kazanır inancıyla.
Kendini sevmenin aynayı sevmek olmadığını haykırmak istersiniz, takdis edilmenin tek yolunun güzellik olmadığını bağırmak istersiniz, yolunu bulmanın tek yolunun bedensel ayrıcalığa sahip olmadığını vurgulamak istersiniz. Ama susarsınız. Zira o “olumlu” sinyaller görünmeden atacağınız her tiradın elinizde patlayacağından eminsinizdir.