Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri, küçük görülüp ezilen inanmışlara, “Siz, Salih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu (sahiden) biliyor musunuz?” dediler. Onlar da, “Biz şüphesiz onunla gönderilene inananlarız.” dediler.*
Araf 75
Yukarıdaki ayet aslında meseleyi olabilecek en yalın biçimde anlatıyor ancak içimdekileri şuracığa dökmeden rahat edemeyeceğim. Bilmek ve inanmak konusundaki antik çağlardan gelen tartışmaları sona erdirecek haddim ve çapım yok ama düşüncelerimi ifade etsem ve kimse de kızmasa ne güzel olur.
İnancının gerçekliğini ispat etmek veya birilerini inancından vazgeçirmek… Haydi bir Müslümanı Hristiyan olmaya ikna edelim, veya tam tersi. Pek mümkün değil bu. Ötekinin inancını değiştirmek için kendince çabalayan kitaplar, oluşumlar var fakat hepsi de halihazırda inananlar tarafından hazırlandığından karşı tarafa asla geçmiyor. (Yoksun/yoksul toplumların durumlarından faydalanarak adeta onları avlayan misyonerlik faaliyetlerinden bahsetmiyorum.) O yüzden ayette “sen sevdiklerini hidayete erdiremezsin” diyor. Bu talep meselesidir. Bir İtalyan atasözü der ki: “Duymak istemeyen kadar kötü sağır yoktur.”
İnanç meselesinde sorgulamak tabi ki var, evet, hem de sonuna kadar; ama iş eninde sonunda kalpte bitiyor. Herhangi bir şeye inanmak istemeyen kişi ne yapıp edip karşı tez için makul bir altyapı buluyor/kuruyor kendine. Rabbimiz ise bize düşenin sadece davet olduğunu söylüyor. İlk önce biz kendi hayatımızla inancımızı ortaya koyabilir, peşine de davet edersek ve karşı taraf da inanmak istiyorsa, derdimizi anlatabilecek bundan büyük bir “yöntem” olabileceğini düşünmüyorum. Abese Suresinin ilk ayetlerini de bu anlamda es geçmemek ve tekrar tekrar okumak lazım.
Bilmek ve inanmak; bugün bize bilim ve din ikilisi gibi, diyalektik şeklinde kabul ettirilmiş kavramlar. Ya bilirsin, ya da inanırsın; ya bilime değer verirsin ya da dine. Gerçi bilim ve din ikilisinde, tarafların birinin diğerinden daha az inandığını söylemek zor. Bilimciler bu konuda dindarların imanından daha güçlü şekilde bilime iman etmiş durumdalar desek yanlış olmaz. O yüzden kendi başlığımıza dönelim. İnanan insanın şüphe, düşünce, ilerleme, sorgulama vb. kavramlardan uzak olduğu ön yargısı hakimdir. Bu durum neye ve nasıl inanıldığıyla ilgili olarak değişkenlik göstermekle birlikte ufak bir tarih okumasıyla bile ibadethanelerde kendini geliştirmiş ve tüm bilim dünyasını etkilemiş, her inançtan onlarca bilim insanına rastlamak mümkündür.
Bir düşünürün,her türlü bilimsel ilerlemenin temeli olarak kabul edilebilecek olan “şüphe” konusundaki görüşü şudur:
“Şüphe, bir otobüs durağına benzer, vakti gelip de önünüze gelen otobüse binmezseniz hiçbir yere varamazsınız.”
Aynı önermeyi yukarıda saydığımız diğer kavramlar için de kullanabiliriz sanırım.
Gördüğü, dokunduğu, kokladığı, yokladığı, tattığı şeye iman etmek olur mu insan için. Bilinen bir şeye iman edilebilir mi? Ya da ne bileyim, zigon sehpayı gösterip “ben bunun zigon sehpa olduğuna inanmıyorum” veya “ben bunun sandalye olduğuna inanıyorum” diyen birine nasıl cevap verilebilir? Bilinene zaten iman edilmez veya bilinenin küfrü de olmaz. Olan değil olması gerekendir imanın/inancın konusu.
İnananların, özellikle bilgiye ulaşma imkanlarının ayyuka çıktığı bu çağda içine düştükleri bir kuyu var: Rasyonalizm. Halbuki bilgiye ulaşma imkanı ile beraber yanlış bilgiye ulaşma imkanı ve manipülasyona maruz kalma hali de doğru orantılı olarak arttığından, inancın ve ona bağlı değerlerin önemi her alanda karşımıza çıkıyor. Bu açıdan her şeyi mantık dahilinde, akıl ile açıklayamayız, açıklayamıyoruz da. Her alanda bunu yapmaktan vazgeçmeliyiz. Aklımızı ve mantığımızı; bina yaparken, araba üretirken, uzaya çıkarken, sıvı sabun imal ederken sonuna kadar kullanalım ama özellikle sosyal hayatta aklın ve mantığın çok da belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle mesela Müslümanlar olarak artık ateistleri veya başka bir din mensubunu rasyonalist söylemlerle İslam’a inandırmaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz.
Allah’a inanmayan bir insanı Kur’an ayetleriyle nasıl ikna edebiliriz ki? Bir tanrıya inanmıyorsa, veya başka bir tanrıya inanıyorsa, O’nun gönderdiği iddia edilen Kitab’a zaten inanmayacaktır. Kaldı ki Kitab’ımızın asıl muhatabı inanmayanlar değil. İlk muhatab çoğunlukla inananlardır. Bu nedenle “Ey inananlar” diye başlar bir çok ayet. İnanmayan insanı değil, inanan insanı düzeltmektir amacı; çünkü inanmak mantık işi değildir. Burada agnostik yorumlar yaparak veya hiçlik üzerine iddialarda bulunarak yuvarlak cümleler kurmayacağım; ancak “inanmıyorum” diyen bir kişiye istediğiniz delili getirin, o kişi yine inanmayacaktır. İnanmak kalbin işidir. Bu yüzden Kur’an’da geçen “akleden kalp” terimi tek çıkışımız; çünkü başımıza gelmeden ahiret meselesini asla “bilemeyeceğiz” (Bkz.Tekasür 7) ama bu hayattan sonra başka bir hayat olması gerektiğine; yaşayarak, düşünerek, araştırarak inanabiliriz (Bkz. Tekasür 5) veya inanmayabiliriz.
“Bakmazlar mı, görmezler mi, akletmezler mi…” şeklindeki ayetleri ise karşı tarafa bir delil olarak sunmadan önce, ilk olarak bizim bakmamız, görmemiz, akletmemiz ve üretmemiz gerekiyor. Yoksa “Aklın varsa Allah’a inanırsın zaten” tarzındaki altı boş tebliğ yöntemleri ile başta kendimiz olmak üzere kimsenin yüreğini imana ısındıramayız. Yani şunu diyorum: Bir ayarımız olsun, akla yönelip kalbi, kalbe yönelip aklı ihmal etmeyelim. Bir durumun akla aykırılığıyla ilgili birkaç kelam eden birini duyunca hemen “Kur’ancı, mealci, akılcı, rasyonalist” vb. etiketleri vurmak ne kadar anlamsız ise; aşktan, coşkudan, duygudan, gönülden bahseden birine “tasavvufçu, sufi, mistik, akıl düşmanı” gibi etiketler seçmek de o denli anlamsızdır.
“Herhangi bir şeye inanan birisini ikna edemezsiniz, çünkü inançları kanıta değil, inanmaya duydukları köklü ihtiyaca dayanır.”
Muhtemelen olumsuz bir bağlamda kullanılan bu sözü gelin kendi tarafımıza çekelim. Evet, inanmaya çok ihtiyacımız var, tıpkı suya, gıdaya ihtiyacımız olduğu gibi. Tüm bu hayatın açıklamasını yapmaya çalışırken, hakikati ararken bulabildiğimiz “kanıtlar” sadece sebep-sonuç ilişkilerine dayanan değişkenler olursa; aşk, sevgi, nefret, iyilik, kötülük, erdem, onur, yücelik, alçaklık, fedakarlık, cömertlik vb. birçok kavramı hangi kaba sığdırabilir, savunulan hangi bilimsel argümanlarla bunların önemini veya önemsizliğini açıklayabiliriz? Bu kısa ömrümüz ile sınırlı ve tek seferlik bir hayatımız var ise neden iyi bir insan olma çabası güdelim? Bunu sosyolojik veya psikolojik terimlerle açıklayarak işin içinden çıkabilir miyiz gerçekten?
Bilmek ve inanmak ikilisini birbirinden ayırdığımız sürece sadece Müslümanlar olarak değil, tüm insanlık olarak bugünkü acılarımız asla sona ermeyecek. Bu nedenle iman yolunda, hakikate ulaşma amacıyla, düşünerek, araştırarak gösterdiğimiz her samimi çabanın Allah katında bir ecri/değeri olduğunu bilelim. İnancımızı bilerek yaşayalım. En doğru tebliğ de budur.
* Girişteki ayetle beni tanıştıran ve bu bakış açısını bana sunan Muhlis Uzun abime şükranlarımı sunuyorum.