A be doktor kızım; Hayrullah hoca beni Amasya merkezdeki medreseye gönderdi. Çocukluğumun en güzel hatırasıdır, başarılı olmamın yüzüme söylenmesi. Sesime ve tilavetime olan güvenleri boşa çıkmamış dolayısıyla daha iyi eğitim almam gerekiyormuş. Ben yakın kalmağa zorladıkça hayat bir şekilde uzağa mı atıyor bilemedim. Çok şükür Amasya merkezdeki medresede alacağım derslerin bitmesi üzerine beni İstanbul’a göndermeye niyet etti hocalarım. Bu sadece bana değil benim gibi başarılı öğrencilerin de gönderildiği son aşama. Sonra hoca olarak atanıyorsunuz bir yere. Rahmi hoca vardı daha çok abi derdim ona, Rahmi Baş hoca. Bana dedi ki: “Oğlum emsile, bina, maksut bitti. Üstüne avamil de bitti. Artık tekamül için son merhale İstanbul”. O gün Rahmi abiye bir soru sordum: “Rahmi Abi, bu kadar talebe, hepsi hoca olursa ne yapacağız, eşimizi, ailemizi nasıl geçindireceğiz?”. Sürekli birilerinin ihtiyaçlarını karşıladığım için yine kafam oraya çalışmaktaydı. Rahmi Abi bana hayatıma şiar olacak bir cümle kullandı ve dedi ki: “Ahmet’im biz herkesi hoca olsun demiyoruz ki, dinini bilen ahlaklı bir çöpçü olsun, ahlaklı bir doktor olunsun diye mücadele ediyoruz”. O gün hoca olmamaya ve İstanbul’a gitmemeye karar verdim. Zaten köy burnumda tütüyor. Medresedeki günlerim, çocukluğumun son kırıntılarını da alıp götürmüştü. Koşa koşa köye geldiğimde ise uzak kalınca unuttuğum köy, gelince hiç de kaybettiğim bir şey olmadığını bana anlatıyordu. Bir an evvel askerliği yapayım da evleneyim hiç olmazsa biraz daha itibarım artar, babamla olan ilişkim de düzelme yoluna girer diye rota çiziyordum kendime. Babamın gölgesinden çıkıp bir nebze nefes alabilmiştim; ama askerlik zamanı geldiğinde o gölge yine üzerimdeydi. Köyden ayrıldığım gün, annemin elime tutuşturduğu bohçadaki sıcak pağaçın kokusu içimi burktu. Babam ise yine aynıydı: “İyi, git, eksik gelme!” diye emretti sadece.

Askerlik, zor ama özgürlüğün kokusunu ilk kez hissettiğim yerdi. Her sabah nöbet değişiminde kendimi düşünürken buluyordum: “Belki artık kendi hayatımı kurabilirim. Babama hayırlı ve iyi bir evlat olduğumu anlatabilirim, belki kendi ayaklarım üzerinde durabilirim.” O günlerde, babamın beni sürekli aşağılayan sesini unutmaya çalıştım. Ama ne zaman bir üstümden azar işitsem, o ses yeniden kulaklarımda yankılanıyordu. Askerliğim de çok farklı geçmedi, sürekli kendimi ispat etme çabası…

Askerlik dönüşünde köye adım attığım anda, o zamanlar gelecekte kayınbiraderim  olacağını bilmediğim Nazif’le girdik köye. Kardeşleri koşturmuş abilerinin elinden bavulu aldı hoşgeldin abi sözleri ile ben kalakaldım. İşleri vardır diye avutmaya başlayarak devam ettim. Babamın otoritesi yeniden üzerime çöktü. “Artık evlen, bi dene kız bul, anan yoruluyo gayli.” dedi bir gün. Bu, bir emirden farksızdı. Şimdi şimdi anlıyorum bize bir amele daha lazım diyordu ama ben ev kur anlıyordum. Babamın seçtiği bir kızla evlenmek istemedim. Belki ilk başkaldırışımdı bu, belki de ilk ve son. Adı Ayşe’ydi. Sessiz, içine kapanık biriydi. Ayşe’nin babası da hocaydı. Civar köylerden bile tanınır. Evden uzaklaşmak istediğim her zaman camiideydim ben. Bazen namaz kıldırır bazen de müzeezinlik yapardım. Ayşe’nin babası da beni oradan iyi bilir. Sağolsun evliliğimize engel olmadı destekledi de hatta. Ne onunla bir hayal kurabildik, ne de birbirimizin yaralarını sarabildik. İkimiz de babalarımızın istediği bir hayatı yaşamak zorunda kalmıştık. Allah’tan o sevdi beni ama ben onun sevgisini erkekliğe yakışmaz diye çok geç anladım.

Evde işler değişmemişti. Babam hâlâ beni hor görmeye devam ediyordu. Ayşe’yle birlikte kurmaya çalıştığımız hayatın üzerinde babamın gölgesi sürekli dolaşıyordu. Tarlada benim işim bitince Ayşe’ye yardım ediyordum. Babam bir gece “Ya bu karıyı döv ya da kov. Gerçi sende karı eşşee oldun iyice, onu bile beceremezsin ya.” demesiyle sürüklendiğim uçuruma birini daha ekledim diye düşündüm. O günlerde hissettiğim tek şey, yetersizlikti. Hem kocası olduğum kadına, hem çocuklarımıza, hem de kendime yetemiyordum.

Evliliğimizin ilk yılında bir kızımız oldu. Adını Zeynep koyduk. Zeynep’i kucağıma aldığımda, babamın bana hiç göstermediği sevgiyi ona göstereceğime dair sözler verdim kendime. Ama işler o kadar kolay olmadı. Zeynep daha bebekken, babamın emirleri ve baskıları arasında gidip geliyordum. Zeynep daha büyümeden bir oğlumuz oldu: Yusuf. Çocuklarımıza daha iyi bir gelecek vermek istiyordum, ama köyde bu mümkün görünmüyordu.

Babamın gölgesinden ve köyün boğuculuğundan kaçmanın tek yolu İstanbul’du. Zaten çok popülerdi köyde. Herkes gitmeye başlamıştı. Hele bir de kapıcılığın eteğinden tuttu mu değme keyfine. Ayşe de bu fikri destekliyordu; ama o da endişeliydi. “Ne yapacağız İstanbul’da? Nerede yaşayacağız, ne iş yapacağız?” diye soruyordu. “Bir yolunu bulacağız.” dedim; ama içimde nasıl yapacağımıza dair bir korku vardı.

Babamın kendi elleri ile ittiği İstanbul’a geldiğimizde, sokakların kalabalığı beni hem büyüledi hem de korkuttu. Önce bir apartmanda kapıcılık işi buldum. Kızım ve oğlum bu yeni hayatı sevmeye başlamıştı, ama ben hâlâ kendimi eksik hissediyordum. Babamın gölgesi, bu devasa şehrin binalarının arasında bile beni takip ediyordu.

Kapıcılıktan sonra bir hastanede hademelik işi buldum. Bu işteki en büyük dayanağım, medresedeki hocamın: “Ne iş yaparsanız yapın, önce ahlaklı olun.” sözleriydi. Kendimi bu söze tutunarak ayakta tutmaya çalışıyordum.

İstanbul’da geçen günler, gurbetin ağırlığını da beraberinde getirdi. Ayşe ve çocuklarım için bir şeyler yapmaya çalışıyordum, ama içimdeki boşluk hiçbir zaman dolmuyordu. Babamın horlamaları artık fiziksel olarak yanımda değildi, ama zihnimde yankılanmaya devam ediyordu.

Her gün, geçmişimin ağırlığını sırtımda taşırken, çocuklarımı ihmal ettiğimi fark etmeye başladım. Babamdan kaçmıştım; ama bu sefer de kendi içimdeki yetersizlikten kaçamıyordum. Yani yetemediğimi düşünüyordum. Kökleri dışarıda bir servi ağacı gibiydim. Her geçenin ezip bastığı… İstanbul’daki yalnızlık, beni içten içe kemiren bir gurbet haline geldi. Ayşe’nin sessiz tepkileri, çocuklarımın bana mesafeli bakışları… Hepsi, bende babama olan kırgınlığımı yeniden alevlendiriyordu. Babamla yaşadığım kırgınlıkları, içimdeki derin yaraları bir kenara bırakıp yaşamayı öğrenmeye çalışıyordum. Belki geç olmuştu, ama bu kırıklarla bir şekilde baş etmeyi öğrenmek zorundaydım. Yıllarca içimde birikmiş olan bu sızı, zamanla kabuk tutar gibi görünse de bazı anlarda yeniden kanıyordu.

İstanbul’a taşınırken her şeyin daha iyi olacağına inanmıştım. Ama günler geçtikçe işler beklediğim gibi gitmedi. Şehrin kalabalığı, yalnızlığımı daha da derinleştiriyordu. Ayşe’nin gözlerindeki sessiz kırgınlık, çocukların mesafeli davranışları, benden bir şeyler koparıyordu. Özellikle kızım Zeynep ile aramdaki bağ gittikçe zayıflıyordu. Babası olarak ona yaklaşmaya çalışsam da ya kızgınlıkla karşılaşıyor ya da sessiz bir duvar gibi bana bakıyordu.

Oğlum Yusuf ile başlarda daha yakın bir ilişkim vardı. Ama zamanla onunla da konuşacak bir şeyler bulamaz hale geldim. Babamın bana hissettirdiği yetersizlik, şimdi benim çocuklarımda tekrar ediyormuş gibi geliyordu. Yusuf’un bakışlarında, benim ona yeterli olmadığımı hissettiren bir sessizlik vardı.

Her geçen gün, yorgunluğum ve bıkkınlığım artıyordu. Bu şehir, bir kurtuluş değil, yeni bir hapishane olmuştu. Aidiyet duygum tamamen kaybolmuştu; ne aileme, ne işime, ne de yaşadığım bu şehre ait hissediyordum. Babamın gölgesinden kaçmaya çalışırken, kendi içimde başka bir gölge yaratmıştım.

Bir süre sonra İstanbul’da daha fazla kalamayacağımı anladım. Her gün aynı şeyleri yapıyor, aynı boşluğu yaşıyordum. Çocuklar büyüdükçe, beni anlamaktan uzaklaşıyor gibiydiler. “Memlekete dönmek gerek.” dedim bir gün Ayşe’ye. “Burada olmuyor. Belki memlekette yeniden bir düzen kurarız.” Ayşe’nin cevabı kısa ve netti: “Sen bilirsin.”

Memlekete tayin için başvurdum, ama bir türlü olmadı. İsteklerim ya geri çevriliyor ya da hiç cevap alamıyordum. Her gün bir umutla haber bekliyor; ama her seferinde hayal kırıklığı yaşıyordum.

“Ankara” dedim sonunda. “Memlekete yakın olsun bari. Belki orada bir yol buluruz.” Ayşe sessizdi; ama bu sessizlikte bir kabulleniş vardı. İstanbul’dan ayrılmaya karar verdik.

Ankara’ya taşındığımızda işler biraz olsun yoluna girer gibi oldu. Şehir, İstanbul kadar kaotik değildi; ama yine de içimdeki boşluk devam ediyordu. Tayinimin çıktığı yer Ulus’tu. Ankara’nın tek tarihi yeri. İstanbul’dan gelince aranıyormuş tarih de. Ama yorgunluk hâlâ benimleydi. Ayşe, bu süreçte hep sessiz bir destekçiydi. Bir şey demiyordu; ama onun omuzlarına yüklenen yükü hissedebiliyordum.

Tam bu dönemde, üçüncü çocuğumuzun geleceğini öğrendik. Haber ilk başta beni şaşırttı, hatta biraz ürküttü. “Bu yükün altından nasıl kalkarız?” diye düşündüm. Ama Ayşe’nin gözlerinde bir umut ışığı vardı. Yıllardır ilk kez onun yüzünde bir gülümseme gördüm.

Oğlumuz doğduğunda, ona İbrahim adını verdik. İbrahim bana yeniden bir şeyler hissettirdi. Sanki yeniden bir başlangıç yapabileceğimizi düşündüm. Ama içimdeki yorgunluk buna izin vermiyordu. Çocuklarımla olan mesafem, şimdi İbrahim ile de aynı şekilde devam eder miydi? Bu korku, içimde büyüyordu.

Ankara’da geçirdiğimiz günler, bir yandan bana memlekete olan özlemimi hatırlatırken, bir yandan da yeni bir hayat kurma çabasıyla geçiyordu. Çocuklarım büyüyor, kendi hayatlarına doğru uzaklaşıyordu. Zeynep artık neredeyse hiç konuşmuyordu benimle. Yusuf, okul ve arkadaşlarıyla meşguldü. İbrahim ise daha küçüktü; onunla bağ kurma fırsatım vardı, ama yorgunluğum buna bile engel oluyordu.

Her sabah işe giderken medresedeki hocamın sözleri aklıma geliyordu: “Ne iş yaparsanız yapın, önce ahlaklı olun.” Bu sözler, bana her zaman doğru yolda olduğumu hatırlatıyordu; ama içimdeki boşluk, bu doğruluğun bile yeterli olmadığını hissettiriyordu.

Ankara’daki yeni hayat, bir yandan yeni umutlar taşırken, diğer yandan içimdeki eski yaraların kanamaya devam etmesine neden oldu. Üçüncü evladım İbrahim’in doğumu bana yeniden baba olmanın sevincini yaşatsa da içimdeki boşluklar bir türlü dolmuyordu. İbrahim’e olan sevgim büyüktü; ona sarıldıkça kendimi daha güçlü hissediyordum; ama bu sevgi bile içimdeki baba ve memleket özlemini dindiremiyordu.

Ankara’ya yerleştikçe kendimi sürekli anneme ve babama yardım ederken buluyordum. Memlekete sık sık gidip gelir, bazen kendi ailemi ihmal ettiğimi fark etmeden onların dertlerine koşardım. Babamın bana karşı tavrı hiç değişmemişti. Beni görse de görmese de, aynı soğukluk, aynı küçümseme…

Yıllar geçtikçe, babamdan bir kez olsun sevgi ya da takdir görme umudum giderek azaldı. Babam, bana ne bir sevgi gösteriyor ne de bir yardım eli uzatıyordu. Çocuklarımı, evimi, Ankara’daki zorluklarımı hiç önemsemedi. Onun gözünde hâlâ “yetersiz” olan o çocuk olarak kalmıştım.

Yine de anneme olan sevgimden ve memlekete duyduğum özlemden dolayı hep onların yanında olmaya çalıştım. Kendi hayatımı ikinci plana atarak onların yükünü hafifletmeye uğraştım. Ama babamın gözündeki o küçümseyen bakış, her defasında içimi kemiriyordu.

Zamanla, sadece babamla değil, erkek kardeşlerimle de aramız bozuldu. Küskünlükler, kırgınlıklar ve anlaşmazlıklar… Kardeşlerimin tavırları, beni daha da yalnızlaştırdı. Babamdan gördüğüm sevgisizliğin bir benzerini onlardan da görmeye başlamıştım. İçimdeki kırgınlıklar büyüyordu; ama çözüm bulmakta çaresizdim.

Bir gün Ayşe’ye: “Babam beni neden sevmiyor? Neden hiçbir zaman arkamda olmadı?” diye sordum. Ayşe her zamanki sakinliğiyle: “Belki de sevmeyi hiç öğrenememiştir,” dedi. Bu cevap beni daha da derin bir sessizliğe sürükledi.

Tüm bu süreçte, kendimi bir döngünün içinde sıkışıp kalmış gibi hissediyordum. Çocuklarım büyüyordu, Zeynep ve Yusuf artık kendi yollarını çizmişlerdi. İbrahim ise hâlâ küçük; ama ben onlara tam anlamıyla bir baba olamadığımın farkındaydım.

Her ne kadar çocuklarım ve Ayşe yanımda olsa da memleketten, babamdan ve kardeşlerimden taşıdığım yük, onların varlığını gölgeleyen bir karanlık gibiydi. İçimdeki bu kırgınlıklar, ne zaman geçmişin esaretinden kurtulabileceğim sorusunu her gün aklıma getiriyordu.

Ankara’ya bağlanmaya başlamıştım. Şehir, başlarda soğuk ve yabancıydı; ama zamanla buranın ritmine, insanlarına ve kendi içindeki düzenine alıştım. Ankara’daki hayat, memlekete kıyasla daha karmaşıktı. Ancak bu karmaşa bile içimdeki kırgınlık ve özlemden kaçmak için bir sığınak gibiydi.

Tabi bir de bu süreçte, ülkenin içinde bulunduğu kaos ve belirsizlik hali, bizim ailemizi de derinden etkiliyordu. Geçim sıkıntısı, siyasi çalkantılar, her köşe başında konuşulan gerginlikler… Tam bu zaman diliminde Zeynep ile Yusuf genç yaştalar ve onlara hakim olmak zor. İbrahim onlu yaşlarda. Bir yandan kendi hayatımın yüklerini taşırken, bir yandan da ülkenin bu hali bizi daha da zorluyordu.

Memlekete olan bağımı koparmamak için yıllardır büyük bir çaba harcıyordum. Babamdan görmediğim sevgi ve desteği kardeşlerimden görebileceğimi umuyordum; ama ne zaman onların bir iyi ya da kötü gününe koşsam, artık aynı cümleyle karşılaşır olmuştum: “Yapmasaydın, yap mı dedik?” Bu cümle, yıllar boyunca verdiğim emeğin ve sevginin karşılıksız kalışını yüzüme vuruyordu.

Kardeşlerimden gelen bu uzaklık ve soğukluk, içimdeki kırıkları daha da derinleştirdi. Hele ki annemin de babama katılarak beni küçük görmeye başladığını fark ettiğimde… Bunun her zaman böyle mi olduğunu, yoksa benim mi yeni fark ettiğimi bilemedim; ama gerçek şu ki artık annem de babam gibi zulmediyordu.

Yine de Ankara’da beni ayakta tutan şeyler vardı. Mahalledeki insanlar beni sevmişti. İş yerimde saygı gören, itibarlı bir kişi haline gelmiştim. Bu, içimdeki yalnızlığı tamamen gidermese de, bana bir parça huzur veriyordu.

Mahallenin yukarısındaki Yeşiltepe Camii, benim için özel bir yer haline gelmişti. Orada sık sık namaz kıldırıyordum. Bu, ruhumu dinlendiren, beni hayatın yüklerinden bir nebze olsun arındıran bir ritüeldi. Camideki cemaatle aramda kurulan bağ, bana bir aidiyet duygusu veriyordu. Belki de hayatımdaki en gerçek bağlardan biriydi.

Her ne kadar Ankara’da bir yere ait hissetmeye başlasam da, içimdeki memleket özlemi ve baba hasreti hiçbir zaman tamamen dinmedi. Bir yandan geçmişin yaralarıyla yaşarken, bir yandan da çocuklarım ve mahalledeki sorumluluklarımı yerine getirmeye çalışıyordum.

Artık çocuklar büyümüştü. Ankara’da bir hayat kurmuş, mahallede ve çevremde sevilip sayılan biri olmuştum; ama köyde geçirdiğim çocukluk yılları, anneme ve babama duyduğum bağlılık, hâlâ içimde ağır bir yük gibi duruyordu. Özellikle yaş aldıkça bu his daha da güçlenmişti. Ayşe ile birlikte sık sık konuşurduk; en büyük hayalim, memlekette bir ev yapmak ve oraya yerleşmekti.

Bunun için bir plan yapmıştım. Daha doğrusu konuştuğum; yani benimle konuşan tek kardeşim; küçük kardeşimin söylemlerine inanarak kendimi planın içinde buldum. Babamın evinin hemen yanındaki arsayı ev yapmak için isterdim. Ne de olsa, orada bir ev yapmak, hem çocukluğuma hem de aileme yeniden bağlanmak demekti. Ne de olsa ev için en çok çalışan bütün variyetimi harcayan bendim bu ailede. Hem diğer çocuklara verilenlerden bana bir şey henüz verilmemişti. Bunun yanında hâlâ bir şekilde annemle babama yakın olma isteği içimdeydi. 60 yaşına gelmiş, emekli olmuş bir adamdım; ama babamın sevgisini ve kabulünü kazanma arzum hiç geçmemişti. Belki de bu ev, onun gözünde beni farklı bir yere koymasını sağlardı.

Ama işler hiç beklediğim gibi gitmedi. Babamdan arsayı ev yapmak için istediğimde, dünya başıma yıkıldı. Babamın yüzünde beliren öfke, sözlerinden çok daha ağırdı. Önce gözlerini üzerime dikti, sonra bir kahkaha patlattı; ama bu kahkaha, bir alay, bir küçümseme doluydu.

“Sen ne açgözlü, ne utanmaz bir evlatmışsın! Şimdi de babanın malına mı göz diktin lan?” dedi. Küçük kardeşim köşede izlerken; o an, sanki yüreğime bir hançer saplanmış gibi hissettim. Sözleri sadece beni değil, karımı, kızımı, oğlumu da derinden yaralamıştı. Onların yanında beni adeta yerin dibine soktu. Kendimi küçük düşmüş, değersiz ve tüm geçmiş çabalarımın boşa çıktığını hissettim.

Orada, o anda bir şeyler kırıldı içimde. Yıllardır bir parça sevgi ve takdir umuduyla babamın peşinden gitmiş, onun için yaptığım onca fedakârlığı görmezden gelmiştim. Ama şimdi, bu sözler bana her şeyin boşuna olduğunu gösterdi.

Ayşe gözlerindeki yaşları tutmaya çalışıyordu. Çocuklar ise utanç ve öfke arasında sıkışmışlardı. Babamın bu sözlerini unutmak mümkün değildi. Ama en kötüsü, hâlâ içimde bir yerlerde ona olan sevgimin bitmediğini fark etmekti. Belki de bu, hayatımın en büyük trajedisiydi: Sevgiyi en çok beklediğim yerden her seferinde daha fazla yaralanmak.

O gün, o arsanın hayalini ve babamdan gelecek herhangi bir kabulü bir kenara bırakmaya karar verdim. Ama bu karar, içimdeki acıyı hafifletmedi. Şimdi önümde yeni bir yol vardı: Bu koca yaşımda bana yeniden bir yol tercihi yaşatan babama olan kızgınlığımla ya geçmişin yüklerini tamamen bırakıp kendi hayatımı yeniden kuracaktım ya da bu kırıklarla yaşamayı öğrenmeye çalışacaktım. İnsan bu doktor kızım, 60 yaşında da olsa öğrenmeyince, öğrenemeyince öğrenemiyorsun işte. Yıllardır aynı acıyı farklı tonda, farklı seste, farklı mekanda, farklı insanlarla defalarca kez yaşadım. Ama belleyemedim mi belleyemiyorsun. Herkesin hayatının trajedisi vardır da benimki ortalamaya göre çok uzun sürdü. Anlamama noktasında ortalamayı yükselttim.

Babamla yaşadığım kırgınlıkları, içimdeki derin yaraları bir kenara bırakıp yaşamayı öğrenmeye çalışıyordum. Belki geç olmuştu; ama bu kırıklarla bir şekilde baş etmeyi öğrenmek zorundaydım. Yıllarca içimde birikmiş olan bu sızı, zamanla kabuk tutar gibi görünse de bazı anlarda yeniden kanıyordu.

Yaşım biraz daha ilerlediğinde, bir haberle sarsıldım: Babamın kanser hastalığına yakalandığını ve az bir vaktinin kaldığını öğrendim. Bu haberi aldığımda içimde karmaşık duygular kabardı. Öfke, kırgınlık, sevgi, pişmanlık… Hangisinin daha ağır bastığını bilmiyordum.

İki oğlumun da ısrarlarıyla onu ziyarete gitmeye karar verdim. “Gidelim baba, belki sen de biraz rahat edersin.” demişlerdi. Oğullarımın söyledikleri, benim karar vermemi kolaylaştırdı. Hele ki gitmişiz… Çünkü o ziyaret, babamla geçirdiğim son günlerden biri oldu.

Babam üç ay sonra vefat etti. Günlerce ağladım. Ama biliyorum ki bu gözyaşlarım sadece babamın ölümüne değildi. Asıl ağladığım, babamın varlığıyla bile beni yetim bırakmış olmasıydı. Onun sevgisini ve takdirini bir ömür boyu aramış ama bulamamıştım. Şimdi, ölümüyle birlikte bu umut da tamamen sönmüştü.

Kendi kendime saatlerce ağladım, sessizce. Hayatımdaki her anı yeniden düşündüm. Babamın varlığı, yokluğundan daha ağır bir boşluk bırakmıştı içimde. Sanki ben hep yetimdim ve bunu kabullenmek benden ömrümü almıştı.

Babamın ardından, hayat bana tuhaf bir gerçekliği fark ettirdi. “Halbuki şimdi o önde gidiyor, ben arkasındayım. Ölümü kovalıyoruz…” diye düşündüm. Babam, kendi hayatında beni hiç fark etmeden yaşadı, şimdi de öldü. Ama ben, onun ölümüyle kendimi fark ettim.

Yazar, çizer, fotoğraf çeker. Çayı sever, evli, bir kız ve bir oğul babası.

Yorum yap