Tabelasında 4/B yazılı sınıfa her zamanki gibi sakin bir edayla girdi.
Öğretmeni ayakta karşılama âdeti pek hoşuna gitmese de çocukların aynı anda ayağa kalkmalarına ses etmedi. Saygı görmek her insana hoş gelen bir duygu olsa da “bu çatı” altında içinde başka anlamlar da barındıran bir çeşit eğitim ritüeli gibi algılanmalıydı.
Çantasını masanın üzerine bıraktı, sınıfı tam ortalayacak şekilde karşılarına geçti. Motivasyon amacıyla yapılan bir iki dakikalık konuşmadan sonra derse başladılar.
Öğretmen, bir yandan işleyecekleri konu ile ilgili konuşmalar yaparken diğer yandan sıraların arasında geziyor, bir yandan da dersle ilgili materyali bulunmayan öğrencileri süzüyordu. Ciltlenmiş pırıl pırıl kitap ve deftere sahip olan öğrenci sayısı çok değildi. Kimisi sadece kitap getirmişti. Bu gözlem devam ederken, bir öğrenci dikkatini çekti. İlk kez görüyordu. Belli ki sınıfa yeni gelmişti. Hafif bir gülümsemeyle:
– Sen yeni mi geldin bu sınıfa, diye sordu.
Çekinerek kalktı yerinden çocuk. Yan sıradan bir öğrenci:
– Öğretmenim, ismi Hüseyin onun, dedi.
Öğretmeni Hüseyin’e baktı. Kıyafetleri, özensizce giydirilmiş olduğu her halinden belliydi. Hangi okuldan geldiğini sordu öğretmen. Cevabını alınca diğer soruya geçti:
– Senin kitap ve defterin yok mu Hüseyin, dedi.
– Öğretmenim babam 20 gün önce öldü. Babaannem bu mahallede oturuyor. Artık burada kalacağım. Defter ve kitaplarımı getiremedim; ama bu hafta alacaklar, diye titrek bir ses tonuyla mazeretini bildirdi.
O an ince bir sızı girdi öğretmenin içine.
Bir an duraksadı.
İçi kan ağlasa da gözleriyle gülümsemeye çalıştı Hüseyin’in yüzüne. Bu gülümseme tamamen reflekse bağlı bir gülümsemeydi. Belki içini ısıtır diye. Aslında ne yaparsa yapsın ondaki boşluğu asla dolduramayacağını biliyordu.
– Tamam, sorun değil, getirirsin, dedi. Sorduğu soruya pişman olmuş bir edayla.
Bir eliyle de saçlarını okşadı.
Öğrencilerin sıralarını kontrol etmeyi bıraktı ve tekrar tahtaya doğru döndü yüzünü. Gözlerinin yaşardığını öğrencileri görmemeliydi. Önce her halinden yapmacık olduğu belli olan birkaç kez öksürdü hemen arkasından cebinden çıkardığı kağıt mendille el çabukluğuyla gözlerini sildi ve kaldığı yerden devam etti dersine; ama konuştuğu hiçbir kelimeyi duymuyordu sanki. Gözleriyle ara ara Hüseyin’e bakıyordu. Her göz göze gelişlerinde ikisi de birbirinden kaçırıyordu gözlerini.
Ne yapabilirim diye düşünmekteydi zihni. Ne yapabilirim de Hüseyin’e yaşadığı acıları unutturup diğer akranları gibi neşeyle derse katılmasını sağlayabilirim diye düşündü. Yok, hayır hiçbir şey ona içinde bulunduğu yalnızlığı unutturamazdı.
Annenin ölümü, evet insanı derinden yıkabilir ve şiddetli bir deprem gibi sallayabilir köklerini; ama babanın ölümü “insanı dünyanın merkezinden uzaklaştırırdı”.
Bunu ancak yaşayan bilebilirdi…
Minik elleriyle bir öğrenci, sıranın altında bir şeyler kurcalamakla meşguldü. Bunu görmezlikten geldi. Birkaç dakika sonra çalan zil ile kendine geldi.
– İyi dersler çocuklar derken gülümseyen gözleri sadece Hüseyin’e bakıyordu. O da de gülümsedi. Bu gülümseme öğretmenin hoşuna gitti.
Sınıftan çıkarken diline, Cemal Süreya’nın “Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?” isimli şiiri takıldı. Gözlerinden akan yaşa aldırmadan şiire eşlik etti…