Küçükken, büyüklerimin bir arada konuşurken “Torununun torununu gören cennetlikmiş” dediklerini hatırlıyorum. Ne beleş bir cennet arzusu diye iç geçirmiştim. İnsan uzun yaşadığı için cennetlik olabilir mi? Şimdi af diliyorum bu düşüncelerim için. Yaşamanın kendisi azapmış meğer.
Önce bağlanmak, güven duymak sonra insanların vefasızlıklarıyla sınanmak, üzülmek, küsmek, kırılmak, incinmek.
Her sevdiğinle ayrı bir hikayeye kucak açmak. Sonra sevdiklerini tek tek toprağa vermek. Onların yasını taşımak sırtında ama yaşamak.
Sevmek, yanılmak, aşık olmak ve sonra nefret etmek belki, ya da karşılık bulamayıp yüreğinde dalıp dalıp gideceğin bir yer açmak ve tersi olsa ne olacağını hiç bilememek. Evlenmek, mutlu olmak, ya da boşanmak… Hislerini, umutlarını, yıllarını çöpe atmak.
Büyük bir koşuşturmayla başlar insan hayata. Biraz kirlenmiş, biraz temiz. İyi hisler var belki biraz ama birçok günahla. Koşar adım yaşar insan, biraz aşıktır ama yanında biraz da öfke.
Birçok şey ister hayattan, ileri zamanda hiç istememiş gibi olacağını bile bile. Biraz kırgın biraz buruktur. Biraz küstür hayata ama kalbinin bir yanı hep aşıktır, hep istiyordur ama hep kendi adına. Önce tutkuyla sarılır isteklerine sonra aniden bıkar. Terk etmek kolay, ama terk edilmek çok zor gelir insana. Ve yüzleşir acılarıyla. Biraz kör, biraz topal büyür. Uyutmayı başarınca kalbindeki acıyı yeni sevmelere açar kollarını. Yelkenlerini hafif hafif şişirir. Ürkek, korkak… Gözlerindeki ışık yerini titrek ve yalvaran bir bakışa bırakır. “Ne olur inandır beni sevmelere” yüreğin kaç kez titrer bu korkuyla. Evinin yuva, yatağının güven kokması için. Sevgili Cahit Zarifoğlu’nun tarihe düştüğü notta olduğu gibi:
“Hayat nasıl da geçiyor.
Zaman hiç geçmezken.”
Gün gelir ne saçmaymış, ne aptalcaymış dersin hepsi için. Bugünün aklıyla dönseydim geri, tüm değerli eşyalarımı vererek güveni, sadakati, şefkati, saygıyı, muhabbeti satın alırdım. Eğer pirincimin içine taş karışmışsa, üzülmez sessizce alır dışarı çıkarırdım.