İslam dünyasının en önemli tartışma konularının başında Şii-Sünni gruplar gelmekte. Bu iki mezhebin ilişkisi şiddete dönüşmüş ve giderek dozajını arttıran güç mücadelesi olarak ifadedeki yerini almıştır. Suriye’deki iç savaşın başlangıcından bu yana daha net şahit olduğumuz mezhebi problemler; Suriye, Irak ve Yemen’de hali hazırda en acı haliyle devam etmektedir. Aslında bu acı hal son 40 yıldır bu coğrafyada. Bu durum gösteriyorki mezhebi ihtilafların sadece kitap sayfalarında fıkhi bir sorun olmadığını bilakis uygun koşullar ortaya çıktığında birbirinin kanını dökecek bir fanatizme dönüşebildiğini ispatlamıştır. Esasen yaş itibari ile güncel tanık ol(a)masamda İran-Irak savaşının başlangıcı ile bu topraklar son 40 yılı hüzün gözyaşı içerisinde, barut ve kan kokuları arasında geçirmekte. Coğrafyanın tanıkları ”40 yıldır gülmedik ki şimdi mi güleceğiz?” sözleriyle son yılların üzerlerindeki durumu ifade eden cümleler kurmakta ama maalesef ki son 40 yıldan fazla ah ve vah içerisindeyiz.
Bilindiği gibi, Şii’lik ve Sünni’lik adıyla oluşan ayrışma, İslam tarihinin ilk yüzyılındaki siyasi çekişmelerden doğmuştur. Sahabe arasındaki siyasi düşünce farklılıkları sonucu vuku bulan ihtilaf; tarihi süreç içinde önce taraftarlarını, sonra kendi dini örgüsünü, ekolünü ve motivasyonlarını meydana getirmiştir. Hz. Peygamberin vefatından sonra kimin halife olacağı yönündeki tartışmalarla başlayan çekişme hali, ilk defa 654 yılında Sıffin’de sıcak savaşa dönüşmüştür. Bu ilk ayrışma sonrasında başlayan gerilimli süreç akabinde, 11. yüzyılda Selçuklu – Fatımi savaşları ve 16. yüzyılda Osmanlı-Safavi çatışması, iki taraf arasındaki siyasi kavganın tüm İslam tarihine yayılmasında etkili olmuştur. Neredeyse her beş asırda bir kendini tekrar ettiği görülen bu hesaplaşma, içinde bulunduğumuz yüzyılda bu defa da İran – Suudi Arabistan görüntüsü altında yeniden İslam dünyasının geleceğini tehdit edecek bir bela olarak ortaya çıkmıştır.
Geçmişte olduğu gibi bugün yaşanan siyasi çekişmelerde de Şii ve Sünni’lerin her seferinde farklı kulvarlarda yer almalarını sadece dini taraftarlığa indirgemek, sorunun ”siyasi” kaynağını kaçırmaya yol açmaktadır. Bu durumun en vahim tarafı da ”dindarlık” adına her türlü çatışmacı söylemin dinin muhafazası mahiyetinde olduğu anlaşılmasından mütevellit kendine kolayca taraftar bulması olmaktadır. Ortaya çıktığı toplumun demografik, sosyoekonomik ve kültürel yapısına göre dozu/şiddeti değişen çatışma kültürü, herkesin zihnini bulandırarak kimi zaman büyük resmi unutturacak kadar gözleri perdelemektedir. Geçmişteki kanlı çekişmelere taraf olmanın gerekçesi haline getirilen ”ehlibeyt sevgisi”, ”mazlumların tarafından durma” ve ”doğrunun yanında olma” gibi masum görünen yaklaşımlar, sonradan sonraya kör bir taraftarlığa dönüş(türül)müştür.
Oysaki her iki mezhebi ekolün tarafları arasında tamamıyla fanatik olanlar bulunduğu gibi, çatışma yanlısı olmayan nezaket ve itidal dolu söylemleri olan ve bu büyük çoğunluğu oluşturan kitleler de yer almaktadır. Tekfirci düşünce sahiplerinin kullandığı argümanlar her ne olursa olsun, birbirinin kanını dökecek bir yaklaşımın Müslümanların gündeminden çıkarılması ivedilikle büyük önem taşımaktadır. Bu sorun, özü itibarıyla siyasi ihtilaflarla başlamış ve günümüzde de halen siyasi ihtilaflarla sürmektedir.
Bu gerilim ve siyasi çekişme Şii ve Sünniler arasındaki ilişkiye dair önemli ipuçları vermektedir. Esasen bu problem bugünün bir vakası gibi görünüyor olsada 1350 yıl öncesinin siyasi kargaşasından itibaren İslam coğrafyasında hayat bulmaktadır. Sorunu siyasi ve tarihi geçmişi ile değerlendirip buna göre analiz etmeli ancak sorunun düzenli olarak Müslümanların sorunu olduğu vurgusundan vazgeçilmelidir. Zira sorun insanlığın ortak sorunudur. Mezhebi yaklaşımda tarafların mutlaka ayrıştığı yerler vardır ancak sorunun çözümü ve coğrafyada barış içerikli bir hayat için ortak paydayı bulmalı, puzzle parçaları ile uğraşmayı bırakıp resmin bütününde payda olduğumuzu farketmek gerekmektedir. Taraflar konuyu fıkıh kitaplarından çıkartıp birleştirici olan; tek tanrı, vahiy, peygamber gibi ana unsurlarda buluşmalıdır.
Dönemin Avrupa’sında yaşanan mezhep savaşları, 13. yüzyılda Şark devletlerinin bu kargaşadan yararlanıp güçlenmesine, Avrupa devletlerinin Şark devletlerine göre kan ve güç kaybına vesile olmuştu. Süreğen kargaşalar 17. yüzyıla kadar devam etmiş yaşanan ”30 yıl savaşları” olarak bildiğimiz çatışmalarda Hristiyan kanı nehirler gibi akmıştır. Şunu unutmamalıyız ki 17. yüzyıldaki 30 yıl savaşlarından sonra Hristiyan dünyası din anlamında reforma gitmiş, akan Protestan kanını Katolik kanına eş tutarak bu katliamın önüne geçmiştir. Belki de işte bu reformdan sonra Avrupa yeniden güç devşirmeye başlamış, kendi uluslarını Dünyada söz sahibi kılmıştır. Aradan geçen 4 yüzyılda aynı durumun reform seviyesinden tekrar bir mezhebi çatışmaya dönüşmesi taraflara güç kaybı, söz hakkı yitimi ve akan kanın litrelerle ölçülememesi gibi durumlarla karşı karşıya bırakmaktadır.
Üzüntü duyduğum konu şu ki Avrupa 13. yüzyılda mezhep kavgası yaşarken şark devletleri bugünkü emperyalist devletler gibi kurnazlığa sahip değildi yoksa bugün Avrupa devletleri diye adlandırabileceğimiz bir bölge kalmazdı. Ancak çağımızın Avrupa’sı ve Amerika’sı İslam coğrafyasının içinde bulunduğu durumu biliyor ve dönemin şark devletlerinde bulunmayan şark kurnazlığı onlarda mevcut. Eğer kavramlarda reform yapmazsak, tavırda dengeli davranmazsak, eksende insan demezsek, küresel sermaye devletlerinin sofrasına azık olmaktan kurtulamayacağız.