Değerli yazar ekibimizden Kasım KURT beyefendi ile yaptığımız röportajımız sizlerle.
İslam tarihinden ve asrı saadetten günümüz sorunlarına çözüm beklemek hatta onların çıkıp gelmesini arzulamak, ümmet bilinci kapsamında safları biraz gevşetmek, İslam’ın çağa/çağımıza vaad ettikleri, müminin kalitesi ve dinin yaşanabilirliği, 90’ların İslamcılığı, rehavet dönemlerinin Müslümanlara etkisi ve insanca yaşamak üzerine kıymetli fikirlerini paylaştığı güzel bir sohbetti.
Sunucu: Bismillahirrahmanirrahim. Arkadaşlar merhaba. Düşün ve Kalk olarak kendi yazarlarımızla da söyleşi yapacağımızdan bahsetmiştik sizlere. Bugün Düşün ve Kalk ekibinden Kasım hocamızla beraberiz. 2019 Eylül gibi hatırlarsanız websitemizi açmıştık, 13-14 civarı bir yazarımız var. O nadide yazarlarımızdandır kendisi. Kasım bey psikolojik danışman ama biz kendisini kendi dilinden dinleyelim. Hocam, buyurun.
Yazar: Psikolojik danışman, okuldaki tabiriyle “rehber öğretmen”. Erzurum Karayazılıyım. İnsan kendisini neden doğduğu yerde tarif ediyorsa? Bu da bizim bir alışkanlığımız ama Erzurum Karayazılıyım. Üniversiteyi Adana’da psikolojik danışma ve rehberlik bölümünde okudum. 2003 yılında kısmet oldu Erzurum’da öğretmenliğe başladım. 2003’den 2009’a kadar Erzurum’daydım, sonra nasip Orhangazi’ye çıktı. 2010 yılından beri de Orhangazi Kız Anadolu İmamhatip lisesinde öğretmen olarak çalışıyorum.
Sunucu: İstekli bir nasip mi?
Yazar: Evet, 2003’den 2009’a kadar istekli bir biçimde Erzurum’daydık, sonra da kendi isteğimle Orhangazi’ye geldim…
Sunucu: Kendi isteğinizle tekrar geldiniz…
Yazar: Evet, aynen.
Sunucu: Hocam, yazılarınızdan çok güzel etkileşimler geliyor.
Yazar: Eyvallah. Allah razı olsun.
Sunucu: Web sitesinde de düzenli, nizami yazan yazarlardansınız diyebilirim. Yani bu şekilde 3-4 tane daha nizami anlamda yazan yazarlarımız var. Hatta birkaç tane de çok ilgi çeken yazılarınız oldu. 10 bin’e yakın etkileşim alan yazılarınız oldu. Aslında şuradan başlamak lazım, birçok yazınızı okuduğumda bende uyanan şu, yani bu ciddi bir tefekkür ürünüdür diye düşünüyorum çünkü bu materyaller düşünmeden var olamaz. Biraz bu tefekkür hayatından bahseder misiniz bize?
Yazar: Tefekkür hayatı derken, okuma serüveninden, o okuma serüveniyle birlikte düşünme serüvenini kastettiğini anlayayım. 90’lı yılların çocuğuyuz diyebilirim. 90’lı yılların çocuğuyuz demek ne demek? O dönemde Müslüman olmak demek bizim aramızda şöyle bir şeydi; tefsir okurdun, hadis okurdun, İslami eser okurdun yani bu senin Müslüman olman anlamına geliyordu. 90’lı yıllarda da, lise yıllarında da o dönemki hem kendi ağabeyim, hem de çevremizdeki ağabeylerin etkisiyle, biraz öyle başladık. Sonra üniversitede kendi mesleki kitaplarımız ama o Müslüman oluş kimliği hep bizim belki de yanımızda duruyor ya, yazılarımda da hep buna değinmeye çalışıyorum. Müslüman olduğumuzdan dolayı da o İslami eserleri okuma mecburiyeti hissettim en azından kendi adıma. Tefsir, hadis benzeri İslami fikir ve düşünce yazılarıyla, 98’den 2020 yılına kadar böyle devam ettim.
Sunucu: Peki, daha önce bir yazarlık hayatı var mıydı?
Yazar: Yazarlık hayatı yok, genelde okuyup, okuduklarımı öğrendiklerimi kendime saklayan, çok fazla paylaşmayan birisiyim…
Sunucu: Paylaşmak istemediğiniz için mi yoksa fırsat mı olmadı?
Yazar: Yok, biraz meziyetle ilgili. Okuduklarımı çevreye aktarabilme, anlatabilme en azından sözel anlamda, eskilerin usulü öyleydi. Bizim yetiştiğimiz ortamda çok yazın kültürü yok. Sen bir şeyler okurdun, öğrenirdin sonra bunu etrafına anlatmaya çalışırdın. Böyle bir kültürden geldik, bende de çok fazla hitap etme kültürü yoktu ve o özelliğim de ön planda değildi, o yüzden yazı serüvenim çok fazla gelişmedi ama 2011 yılında ben Orhangazi’ye geldikten sonra, bir ara söylemişimdir belki gurbetliğin etkisiyle mi yoksa bir şeylerin birikmesiyle mi bilmiyorum ama biraz bir şiir serüvenim başladı. Birkaç yıl şiir karalamaya başladım, onlardan bir tanesi de Düşün ve Kalk sitesinde paylaşmış olduğunuz‘Gelme Ey Nebi’ evet. 5/6 yıl o karalamalar devam etti sonra Düşün ve Kalk’la beraber bir yazı deneyimi başladı.
Sunucu: Abi Allah mübarek etsin.
Yazar: Allah razı olsun.
Sunucu: Az evvel şey demiştin ya, hitabet sanatı olmayan…
Yazar: Evet…
Sunucu: Zamanla bu yazı yazmaya eviriliyor ya, daha öncesinde birçok konuşabildiğim ve görüşebildiğim yazarlarla ortak bir kanaate erişmiştim acaba sende de bu durum hâsıl mı diye. Bir şeyler anlatamamanın vermiş olduğu çaresizlik insanları kaleme, mürekkebe yönlendiriyor diye düşünüyorum. Sizde de acaba öyle mi?
Yazar: Evet. Bende de öyle oldu mu bilmiyorum ama tabiatta bir özellik var, hiçbir şey yerinde durmaz. Bilgi geldiğinde bilgi de eyleme dönmeye, söze dönmeye çalışıyor, kelimeye dönmeye çalışıyor bu da galiba dilden akıyor eğer dilden de akmazsa belli bir süreden sonra kalemden akmaya başlıyor. Bize de kalemden akma nasip oldu herhalde. Yazdıklarımı çok mu güzel buluyorum, hayır, kendi açımdan acemice buluyorum en azından düşüncelerimi toparlamaya çalışma serüveni olarak görüyorum. Allah razı olsun beğenen kişilerden. Ama bizdeki yazı serüveni biraz o şekilde devam ediyor şimdilik.
Sunucu: Hazır şiir konusu açılmışken “Gelme Ey Nebi” ile başlayalım isterseniz. Böyle sohbet, muhabbet, hasbihal ortamında ilken bir yazardan konuşulur, yazarın başka bir yazısından konuşulur klasik şu cümle kurulur mutlaka; Yav bu adama bunu yazdıran nedir ki ya da bu adam ne ile besleniyor? Diye böyle klişe sorular sorarlar. Ben bu klişe babında sormayacağım ama “Gelme Ey Nebi”yi size yazdıran neydi ya da oradaki meramınız neydi esasen?
Yazar: “Gelme Ey Nebi” biraz aslında bizim Müslümanlık serüvenimizle yakından ilgili benim için. Bizim kendi İslamlığımızın o yaşamın doğal süreci içinde hissetmekten ziyade, ya bir durumla ilgili bir çözüm üretiyordur ya da bir sorunumuza derman arıyoruzdur, orada çare arayışı içerisine giriyoruz. Bu bir kenarda dursun. İslam tarihini okuduğumuzda İslam tarihi olarak gözümüze çarpan ilk şey savaşlar tarihi aslında, İslam tarihi değil. İslam tarihi içerisinde meydana gelmiş olan savaşların kronolojik bir şekilde sıralanması, bunu niye söylüyorum “Gelme Ey Nebi” şiiri Suriye savaşları döneminde aklıma gelen şiirlerden birisiydi. Belki benim içime doğdu ya da çevremden duydum. Ebabiller gelse de şu Müslümanları kurtarsa sözü çok yaygın ya, hani ebabiller gelse Müslümanları vurur ama ebabiller üzerinden bir söylem vardır. Ya çağlar ötesinden Hz. Muhammed ve ekibinin, sahabenin ve onlar gibi kişilerin gelip bizi kurtarması isteniyordu ya da keşke onların zamanında yaşasaydık isteği ifade edilirdi. Bu niye ifade ediliyor, kendi yaşadığı dönemin sorunlarına çözüm üretebilme yerine bir nevi sanki anne kucağına kaçar gibi ya da annesinin kendi yanında olmasını isteme duygusuyla ya sahabe nesline gitmek istiyor Müslümanlar ya da peygamber Efendimizin kendi ordusuyla beraber gelip ya da ebabillerin kendi ordusuyla beraber gelip kendi zamanları dönemindeki sorunları çözmesini arzu ve hayal ediyorlar konuşmalarda. Belki bazıları benim de içime doğuyordu ama fark ettim ki zaten onlar çekeceklerini çektiler, çekebildikleri ıstırabın haddi vardı hesabı yoktu. Bir sürü sorunla mücadele ettiler, yaşayabilecekleri her şeyi yaşadılar. Günümüzdeki sorunların çözümü için bizler hâlâ Müslüman olarak acaba onların mı tarihten çağların öte tarafından gelip bizleri kurtarmasını bekleyeceğiz diye düşündüm. Sonra fark ettim ikinci bir konu vardı, gelseler bile aslında bizi de kendilerine taraftar olabilecek Müslümanlar olarak görmeyeceklerini de fark ettim. Bir sürü bahanemiz vardı, kendi yaşantımız içerisinde aslında İslam’a uygun olmadığımız bir sürü alışkanlığımız vardı.
Sunucu: Meşgalelerimiz vardı…
Yazar: Meşgalelerimiz vardı, bahanelerimiz vardı hanelerimizi aşan. Bu çelişkili duygu dünyası yazdırmış oldu.
Sunucu: Serzeniş gibi mi esasen?
Yazar: Serzeniş ama biraz da Peygamberden özür. Hâlâ gelip yaşadığım çağda da yine sıkıntı yaşamasını bekliyorum. Dünyada en çok sevdiğin insan kimdir diye sorsak bir Müslüman’a, Peygamber Efendimizin ismini söyler ama kendi yaşadığı dönemin probleminin ortasına yine onu çekmeye çalışır. Sevgiye çok yakışmayan bir durum…
Sunucu: Hocam ağzınıza sağlık.
Yazar: Eyvallah. Allah razı olsun.
Sunucu: Bir yazında dikkatimi çekmişti; “İslam insanlığı selamete çıkarma iddiası ve yoludur. Yeryüzüne halife olmuş insanoğlunun imar, inşa ve imtihan yolunda yol azığıdır”. Bu beni derinden etkileyen bir cümleydi aslında ama galiba taşları oturtamadığım birkaç yer vardı, hatta aklıma Muhammed İkbal’in bir sözü de gelmedi değil. “İslam güzel de Müslümanlar bunun neresinde” gibisinden bir cümle de gelmedi değil. Burada tamam bir selametlik yolculuğu var, peki Müslümanlar bunun neresinde? Biz dünyayı yani Allah’ın bizi halife olarak gönderdiğini düşündük, Müslümanların dünyayı imar ve inşa etmenin şu an neresindeler?
Yazar: Biraz yazılarımda ben Müslümanlarla İslam arasındaki o farkı da ortaya koymaya çalışıyorum. Müslüman demek İslam’ın bizatihi kendisi demek değil, öncelikle bunu vurgulamaya çalışıyor ve bunu önemsiyorum da. Bunu yapmaya çalışırken İslam’ı aklama çabasını gütmüyorum. Yeryüzüne Müslümanlar haricinde bir İslam’ın var olamayacağını söyleme maksadıyla bunu söylüyorum. İslam’ın kendisi salt bir iddia olsun, Allah katında rabbimizin bizimle ilgili varmamızı istediği yol olsun, bu çokta güzel ve mükemmel olsun, yeryüzünü imar ve iddiası harika da olsun bunun yeryüzünde gerçekleşmesi Allah’ın eliyle olmayan Müslümanların bizatihi bundan anladığını yaşamasıyla ancak olur. Dolayısıyla ben İslam’ı anlamaya çalıştığımda, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde İslam’ı anlamaya çalışmıyorum yoksa o zaman sürekli Müslümanlarla İslam arasındaki fark gözümde daha da büyüyor, Müslümanlaşıyorum ve sürekli gerçekleşmesini hayal ettiğim bir İslam hayaline dalmaya başlıyorum.
Sunucu: Hatta belki İslam’dan da kurtarıyor diyebilir miyiz?
Yazar: Onu da diyebiliriz ama en önemlisi şöyle bir duygu oluşu, Müslümanların kendi durumlarına odaklanmak yerine sürekli İslam’a odaklanmaya başlıyorlar. İslam’a odaklandıkça projede diyelim ya da kitabın içinde ya da Rabbimizin katında yaşanabilecek harika bir din var ve bizde bu dini yaşayabilme yolu ve yordamını aramaya çalışıyoruz. Bu her defasında kendi gerçek dünyamızdan uzaklaşmaya sebep oluyor niye, kendi gerçek dünyamızı tartmaktan ziyade, kendi gerçek dünyamızla yüzleşmek yerine sürekli İslam’ı araştırma çabası içerisine giriyoruz. İslam’ı araştırma çabası ile sen İslam’ı güzel bir şekilde yaşayamazsın çünkü İslam’ın yaşanabilme potansiyeli senin kalitenle ilgili, senin yaşam gerçekliğinle, kendi yaşamına hâkim olabilme yeteneğinle ilgilidir. Müslümanlar burada kendi yaşam gerçekliklerini fark etmekten ziyade kendi yaşamları haricinde bağımsız, belki havadan ya da kitabın içinde duran bir İslam’ı anlamaya çalışıyorlar. Güzel, İslam’ı da gerçekten de anlıyorlar ama İslam’ı anlamaları bunu yaşamlarına aktarmalarına yetmiyor.
Sunucu: Anlamaları da güzel ama…
Yazar: Tabii ki, anlamada normalde gerçekleşiyor zaten ama anlamak yaşama aktarmaya yetmiyor çünkü yaşamlarını kavrayamıyorlar, kendi yaşamlarındaki belirleyici unsurları kavrayamıyorlar, mecburiyetleri kavrayamıyorlar, zaafları kavrayamıyorlar, kabullenmiyorlar, potansiyellikte kavrayamıyorlar. Kendi yaşamları üzerine hükmedemedikleri için o kitapta ve tarihte var olan İslam söylemiyle sürekli meşgul olmaya başlıyorlar ve sürekli hülyayı dile getiriyorlar, gerçek İslam yeryüzünü cennete çevirebilir, yeryüzünü imar eder İslam’da bu potansiyel var cümlesiyle avunmaya başlıyorlar. Ama bunu yapmak kendi gerçek yaşamlarını bir türlü değiştirmiyor çünkü değişmesi İslam’ı kavramayla ilgili değil. Yani sen helal rızık peşindesin diye zengin olacaksın diye bir kaide yok. Zengin olabilmenin kaidesi ve kuralı farklıdır, onu uygularsan helal bir yoldan zengin olursun ya da onu uygulamazsan haram bir yoldan zengin olursun ama yine zengin olursun. İslam’ın sana vadetmiş olduğu şey, senin yaşamını bağımsız bir şekilde topyekûn bir şekilde değiştirme iddiasında bulunmuyor İslam. İslam, yaşamını değiştirebilme iradesi gösterene şu iddiada bulunuyor, benimle güzel bir şekilde değiştirebilirsin veya…
Sunucu: Hayat kılavuzu gibi…
Yazar: Evet. Benimle bir selamete varabilirsin ama sen varacaksın ben seni vardırmam. Ayette belirtiyor ‘Onlar Allah’ın meleklerle beraber yeryüzüne inmesini mi bekliyorlar’ belki başka bir maksat için…
Sunucu: Eyvallah…
Yazar: Ama Allah Müslümanlara İslam’ı yaşatmak, yeryüzünü imar etmek için melekte göndermez, tabiri caizse kendisi de inip gelmez. Yeryüzünü imar edebilme potansiyelinde olan kişiye nasıl imar edeceğini harika bir şekilde tarif etmiştir.
Sunucu: Tarif etmiştir.
Yazar: O açıdan ara ara bunu vurguluyorum. Müslümanlardaki bu potansiyel ile İslam’daki bu potansiyel arasındaki farkı kapatmanın yolu defalarca dönüp dolaşıp İslam’ı anlamaya çalışmakta değildir, kendimizi anlamakta, kendi sınırlarımızı fark etmek ve kendi yapabileceklerimizi fark etmekte ve bunun üzerinden İslam’ı uygulamaya koyabilmektir. Ben Müslümanların bu açıdan kendilerini kavramayla ilgili becerilerinin çok zayıf olduğunu düşündüğüm için İslam’ı anlasalar bile, güzel bir şekilde kavrasalar bile bunu güzel bir şekilde hayatta tatbik edemeyeceklerini ve dünyayı, yaşamlarını imar edemeyeceklerini düşünüyorum.
Sunucu: Aslında bu konu üzerinden devam edilmesi gereken hatta Müslümanlar nasıl bu hale geldi, evveliyattan itibaren mi bu böyle miydi? Bugün Müslümanların hali nasıl, bu bir proje miydi gibisinden aslında daha çok konuşulacak konular var aslında.
Yazar: Konulardan birisi evet…
Sunucu: Az evvelki cümlelerinize binaen cevabımı aldım diyebilirim ya da izleyenlerimiz de cevap almıştır belki ama yine sormakta kar vardır diye düşünüyorum. İslam, çağımıza ne vadediyor?
Yazar: Eyvallah. Allah razı olsun. İslam, çağa bir şey vadetmez.
Sunucu: Yalan mıydı her şey bu kadar hocam?
Yazar: Estağfurullah. İslam Müslümana şunu vadeder, din Rabbinin senden istemiş olduğu şekilde yaşayabilme iradesi ve eylemi gösterirsen çağını da, geleceğini de imar edebileceğini vadeder. Bunu niye vurguluyorum, İslam ile Müslümanın şahsiyeti, Müslümanın kimliği ve Müslümanın becerisini birbirinden ayırmaya başladığımız anda sürekli sonuç hüsran oluyor, başarısızlık oluyor. Bunu niye bu kadar birbirine bağlamaya çalışıyorum çünkü Müslümanı kavramadıkça İslam’ı kavramış olman sana bir fayda da bulunmuyor, sana herhangi bir pozitif anlamda ya da güzellik anlamında bir şey kazandırmıyor. Din, onu yaşayan kişinin kalitesiyle kendisini gösteriyor. O dini yaşayan kişinin kalitesini göz ardı edip dinin kalitesine odaklandığınız anda garip bir hülya haline dalmaya başlıyorsunuz, hayranlık haline dalmaya başlıyorsunuz. Âşık olan kişinin sevdiğini düşünüp onun gerçekliğini de kaybetmesine benziyor. Dolayısıyla artık hem kendi karşıdaki kişinin gerçekliğini kaybediyor, hem de kendi gerçekliğini düşünmeye de fırsat bulmuyor. İslamiyet’in yeryüzüne vadedeceği şeylerin sınırları Rabbimizin ilmi gibi sınırsızdır. Bunu niye ifade ediyorum çünkü Kuranı Kerim projeleri barındırıyor ama bu projeler ancak Müslümanın eliyle uygulanabilirse karşılık görebiliyoruz. İslam’ın iddiası ancak o zaman ortaya çıkıyor. Geriye şöyle bir sonuç kalıyor, yaşanamaz bir İslam modeli ortaya çıkıyor. Neden yaşanamaz bir İslam modeli bu kadar sırıtıyor ve dillendiriliyor çünkü İslam’ı uygulayabilme iddiasında bulunan kişinin durumu, kalitesi, bunu yaşayabilme potansiyelinin hakikatiyle iddia etmiş olduğumuz İslam’ın o güzelliği arasındaki fark çok sırıtıyor. Mesela adil düzeni kurabileceğini söyleyen Müslümanın yaşam tarzı ile İslam idealindeki adalet arasındaki fark insana şunu dedirtiyor, bu bahsetmiş olduğun şey yaşanmaz ki arada çok büyük bir uçurum var. Sizin de bizim de hiç bununla alakamız yok. Bu farkın bu kadar sırıtmasının ana sebebi, bizim kendimizle ilgili o çarpıklıkları, o sıkıntıları, o problemleri giderebilecek bir enerji sarf etmemiş olmamız, kendimizdeki arızaları temizlememiş olmamız, yeryüzünü güzelleştirmeyle ilgili sağlıklı eylemler ortaya koyamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Bunu gideremediğimiz sürece İslam’ın yeryüzüne vadedebileceği bir şey kalır mı kalmaz çünkü İslam yeryüzüne bir şey vadetmiyor, Müslüman bir şey yaparsa onu güzel bir şekilde yapabilmenin yolunu ve yordamını sadece ona öğretiyor. O yüzden Peygamberimiz varken yaşanan İslam ile Peygamberimizin yakın arkadaşlarının kalitesinin İslam yaşantısına etkisi ile Peygamberden hemen sonraki neslin dininin yaşam kalitesi arasındaki farkı bariz bir şekilde görebiliyoruz. 200 yıl sonraki o insan kalitesiyle belki ondan 100 yıl önceki insan kalitesi arasındaki farkı da görebiliriz. Bu sadece zamanla ilgili değil çünkü bakıyorsunuz diyelim ki Hicri 100. Yıldaki bir toplumun kalitesini karşılaştırıyoruz, Hicri 250’ye bakıyoruz ve Hicri 250’nin daha güzel bir şekilde yaşandığını gözlemleyebiliyoruz. Demek ki sadece Peygamber Efendimizden uzaklaşmakla problem büyümüyor, kendi zaman dilimi içerisinde İslam’ı yaşayan kişilerin güzelliği İslam’ın güzelliğini etrafa gösteriyor. Ama İslam’ı yaşayan kişilerin güzelliği belirgin değilse sizler sadece kitabı okuyarak, sadece tarihe bakarak İslam’ın ne kadar harika ve müthiş olduğunu gözlemleyemezsiniz çünkü bütün dünya tarihi boyunca kitaplarda var olan söylemlerde ve dilde var olan bütün iddialar güzel, bütün iddialar yeryüzünü güzelleştirmeyi vadediyor, adaleti vadediyor, yeryüzünü cennete çevirmeyi vadediyor. İslam’da bu selamet ismini o yüzden kullanıyor. Teslim olursanız olması gerektiği gibi sizi selamete çıkarırım yoksa benim İslam olmam salt anlamda sizi selamete çıkarmaz. O yüzden o ikisi arasındaki farka çok vurgu yapıyorum. İslam’da yeryüzünü inşa etmesi, imar etmesi derken bunun İslam’ın potansiyeli ile alakasını kurmuyorum. İslam’ın potansiyeli Rabbimizin iddiası, Rabbimize güvendiğimiz kadar İslam’a inanırız ama bunu yaşayan Müslümanın güzelliğidir ancak İslam’ın o harikulade şeyi ortaya çıkaracak olan.
Sunucu: Eyvallah. Hocam, seninle ayrıca kişisel bir muhabbetimiz de var ve onun vermiş olduğu rahatlıkta var. Bir yazınıza takılmıştık ‘ Ölümcül Bizlikler’. Hatta geçenlerde sana uygun bir biz kavramı bulmuştuk diye hatırlıyorum. Geçenlerde yine medeniyetle ilgili ufak bir cümle göndermiştim sana. Kendimizi içinde en rahat hissettiğimiz biz grubudur medeniyet. İçinde bulunduğumuz malum bu çağ bir etiket aslında, yani hatta bunu Mecit Bey de bir yazısında bundan bahsetmişti hatırlarsınız. Eskiden bir şekilde yaftalama vardı, şimdi bunun adı biraz daha modernize edildi buna etiketleme diyorlar sosyal medyanın da verdiği bir güç var. Biraz akıl yürüttüğün takdirde akılcı mısın sen diye bile yaftalanabiliyorsunuz, artık bu döneme geldik. Etiketsiz kimse kalmamıştır galiba. Sizin kendinize uygun gördüğünüz bir etiket var mı?
Yazar: Belki de çok fazla konuşmamın çok da fazla yazmamamın ana sebeplerinden bir tanesi, çünkü kendimi tanımlayamıyorum, bu kötü bir şey mi aslında bence güzel…
Sunucu: “Biz” kavramı içerisinde tanımlayamıyorsunuz…
Yazar: Tanımlayamıyorum. Niye tanımlayamıyorum, zihnim gidip geliyor çünkü o bizi tarif edebileceğim, diyelim ki bir güzelliğe atıfta bulunacağım, faraza işte Müslüman diyeceğim ya da akılcı diyeceğim ya da herhangi bir anlayışla tanımlayacağım kendimle o anlayış arasındaki farkın çok büyük olduğunu gözlemleyebiliyorum. Dolayısıyla kendimi onunla tanımlayamayacağımı çünkü aramızda çok büyük bir fark olduğunu ve oradaki iddiaların çoğunu kendimde bulunduramadığımı, barındıramadığımı… güzel gördüğüm, hoşlandığım iddiaların çoğunu kendimde barındıramadığımı fark ediyorum.
Sunucu: Yani bir iki nükte alıp gerisi komple barınmıyor mu, yoksa ciddi ciddi farklar mı var?
Yazar: Ciddi farklar derken çok çelişkili farklardan bahsetmiyorum. Herhangi bir durumla ilgili güzel özelliklerden bahsediyoruz. O sistemin ne kadar iyi olduğu, ne kadar güzel olduğunu, birçok şeye ne kadar cevap verebildiğinden bahsediyoruz tamam o yine potansiyel anlamda bahsediyor da peki, ben o bahsettiği şeyleri kendimde barındırabiliyor muyum, yine davranışlarıma bakıyorum. Ben düşüncemden ziyade bir yazıda da belirtmiştim ya ‘okuduklarımızla hesaba çekilmiyoruz’ diye…
Sunucu: Evet.
Yazar: Zihnimdeki bilgilerle ya da kanaatlerimle kendimi ifade etmemeyi tercih etmeye çalışıyorum. Davranışlarımla ve eylemlerimle kendimi ifade etmeye çalışıyorum. Davranışlarım ve eylemlerime baktığımda bizim bahsetmiş olduğumuz bizliklerin çoğuna uygun olmadığımı, belki bunları güzel gördüğümü fark ediyorum ama yaşantımla onlar arasında fark olduğunu da görüyorum. Bu yüzden de herhangi birisiyle kendimi tanımlayamıyorum. İşin bir o tarafı var, bir diğer tarafı ise bizlikler bana şeyi hatırlatıyor Yasin ağabey, cemaatle namaz başlarken imam bir hatırlatmada bulunuyor safları sıkı tutun diye. Müslümanlarla ilgili de bunu fark ettim, bizlikler üzerine safları sıkı tuttukça birbirlerinden uzaklaşıyorlar çünkü her birisinin, her bir grubun, her bir kesimin çok ideal ve güzel bir şekilde biz tanımı var bu biz tanımı da çok idealize edilmiş bir tanım, çok harika. Yine tıpkı o Müslümanlardan bağımsız İslam gibi, böyle başı sonu içindeki maddeleri, güzellikleri tanımlanmış kendilerini ona ait hissediyorlar. Kendilerini ona ait hissettikçe karşı tarafın farkları gözlerinde büyümeye başlıyor. Sonra başka bir problem başlıyor, kendilerini biz olarak anlatmak yetmiyor, onlardan olmadıklarını da vurgulama ihtiyacı hissediyorlar çünkü bir nevi aslında biz demek onlardan değilim demektir.
Sunucu: Yani siz nesinizden ziyade biz ne değilizi anlatıyorlar.
Yazar: Evet, aynen biz ne değilizi anlatmaya başlıyor. Kendimi niye bununla kısıtlıyorum, yani Müslümanların böyle bir probleminin var olması beni niye enterese etsin ki ve dolayısıyla ben neden kendimi herhangi bir biz ile ifade etmeyeyim ki, kendimi herhangi bir tanımla ifade etmeyeyim ki. Çünkü tanımladığım her şey mutlaka benim haricimde sınırları, içeriği, özelliği, onunla ilgili yakıştırmaları zaten kendi içinde barındırıyor. Dolayısıyla kendimi o bizle ifade ettiğim anda o %40’lık bir kesim olsun %60’lık bir kesimden uzaklaşmaya başlıyorum. %60’lık bir kesimden farklı olduğumu da vurgulamış oluyorum. Ben o açıdan İslam toplumunda cemaatle namaz kılmadakinin tersine bir tavır sergilemek gerektiğini düşünüyorum. Safların sıklaştırılması yerine safların biraz seyrek bırakılması, biraz birbirimizden uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum.
Sunucu: Umarım bu videoyu izleyenler burayı kırpıp ya da farklı şeyler anlamazlar yani. Düşün Kalk diyor ki, cemaatle namaz kılmayın diye anlamazlar umarım.
Yazar: Anlamazlar.
Sunucu: Ya da safları da biraz genişletin gibi umarım öyle anlamazlar.
Yazar: Cemaatle kılarken safları sıklaştır ama ümmet olurken cemaat olduğunda safları sıklaştıramazsın çünkü ümmeti tek bir grup olarak tanımlayamıyorsun, tek bir grup olarak tarif edemezsin. Ümmetin %70’i, 80’i senden farklı düşünüyor. Sen kendindeki ortak özelliklere odaklandıkça karşındaki kişiyle olan farklılıklarını abartmaya başlıyorsun. Karşındaki kişiden ne kadar farklı olduğunu vurgulama ihtiyacı hissediyorsun. %20’lik, 30’luk kesim sıklaştıkça %80’lik kesimden uzaklaşıyor. Bunu kitlesel anlamda düşünelim, her %20’lik kesim biz etrafında bir araya geliyor, %80’e karşı cephe alıyor.
Sunucu: Veya %20’lik kesim %80 olmadığını tarif ediyor.
Yazar: Olmadığını tarif ediyor. Öbür tarafta da %80 yok, öbür tarafta da %80 yine orada da %20 var, %5 var, %10 var her biri kendi o küçük yüzdeliği ile genel büyük ümmetten ne kadar farklı olduğunu, ne kadar ayrıcalıklı olduğunu ve onların ne kadar kötü olduğunu, ne kadar yanlış olduğunu sürekli vurgulama ihtiyacı hissediyor. O yüzden kendimi biz diye tarif ederken çevremdeki bazı kişilere yakınlaşıp birçok kişiden uzaklaştığımı fark ettim ve hatta bu beni şuna sürükledi, Müslüman kardeşlerimle konuşurken çoğu zaman kendi düşüncelerimin çoğunu ifade etmemeye sürükledi çünkü bu bizdeki bir hastalık. Konuşurken, paylaşırken, bir araya gelirken konuşabileceğimiz şeylerden ziyade tartışabileceğimiz şeyler etrafında konuşuyoruz bu da ilişkileri bitiriyor. Bu şu demek değildir, iyi de yani hiçbir şey mi olacaksın. Bir şey ol ama o bir şey olurken olduğun şey seni ümmetin genel çerçevesinden uzaklaştırmasın, ümmete cephe almana sebep olmasın, ümmetin farkları üzerinde oturup çok ciddi bir şekilde kafa yormana da sebep olmasın.
Sunucu: Peki hocam, illa bir biz olsak ne olmalıyız?
Yazar: Çok klasik olacak ama Müslüman olmalıyız bunu da vurguluyorum, çok fazla Müslüman olmayı da vurgulama diyorum amenna. Müslüman olmalıyız, Allah’ın kulu olabilmeliyiz olmalıyız ama yeryüzü coğrafyasında bizim gibi olmayan kişilerle birlikte yaşayabilecek bir insan olmalıyız. Bunu ben önemsiyorum artık, gerçekten önemsiyorum.
Sunucu: Bir çatı mahiyeti gibi mi?
Yazar: Bu çatı mahiyeti yanlış anlaşılmasın ama İslam ile de kurmuyorum niye, ben Müslümanım Müslüman oluşumu asla tartışmaya açmıyorum, Müslüman olmayan kişinin Müslüman olduğunu da asla söylemiyorum ama yaşadığım coğrafyanın belki çoğu benim gibi Müslüman olmadığını söylüyor ne yapacağım şimdi? Ya onların Müslüman olmadığını iddia edeceğim ya da o bana benzemeyen Müslüman ya da kendisini hiç İslam’la tarif etmiyor İslam’la tarif etmeyen o kişiyle de yaşayabilme becerisi göstereceğim. Savaşmadan, kırmadan, dağıtmadan, dökmeden karşı taraf savaş açmadıkça, benim yaşam hakkımı sona erdirmeye çalışmadıkça. Onlarla da beraber yaşayabilecek bir insan olabilmeyi ben şu aşamada önceliyorum, kendi İslamlığımın daha çok beni ilgilendirdiğini düşünüyorum.
Sunucu: Bireyselde bu tabi ki, genelde insanlık çatısı altında buluşmalıyız.
Yazar: Evet.
Sunucu: Eyvallah. Konunun girişinde şey demiştin ağabey, daha doğrusu kendini tanımlarken “biz 90’lı yılların çocuğuyuz”. Vallahi ben de 90’lı yılların çocuğuyum. Bugün nereden baksak 90’da doğanlar 30 yaşındalar. 90 modelinde İslamcı bir genç olmak, o zamanlar öyle tabir edilirdi…
Yazar: Evet.
Sunucu: Bugün sanırım biraz daha radikalliğe ya da biraz daha siyasal İslam’a doğru kaydı bu kavram ama biz 90’ların İslamcı kavramıyla bunu değerlendirelim aşağı yukarı. Yani bu 90’lı yıllarda bundan takriben bir 25 yıl önceki İslamcı yaşayan bir gençle, bugünün İslamcı genci arasında ne gibi fark var ya da biz o gün nasıldık bugün nasılız?
Yazar: Bunu belki kendi zihin dünyamdan ya da kendi çerçevemden ancak hareket ederek cevaplandırayım çünkü çok geniş bir bakış açısına sahip değilim. Yani İslam dünyasının 20-25 yılı ile şimdikini çok kıyaslayamıyorum ama benim ve benim gibi kişilerden hareket edeyim. 90’lı yıllarda küçük bir ilçedesin, o ilçede sen ve senin gibi olan Müslüman kardeşlerinle yaşıyorsun dünyanın birçok yerinden haberdar değilsin, zaten yaşadığın yerde aslında o İslamcı kişiliğin hariç birçok açıdan sana benzeyen insanlardan oluşan bir yer, dolayısıyla oralarda Müslüman olmak güzel. Kendi doğal yaşantın içerisinde İslami kimliğini de yaşayabilme imkanı ve fırsatı buluyorsun. Müslüman olarak yaşadığın zaman ben kendim için, yaşadığım yer için kimseden uzaklaşma gibi bir sorunla da karşılaşmıyordum. Müslüman olmak demek yepyeni fikirlerle tanışmak demekti. Dini, peygamber döneminden yola çıkarak tanımak demekti, bu çok olağanüstü bir deneyimdi. Tarihi anlamda kendimize bir referans bulmamızı sağlıyordu. Köklerimizin nereye ait olduğunu fark etmemizi sağlıyordu. O dönemin deneyimi içerisinde güzeldi, hoştu gerçekten hoştu. Belki kayıp gitmeye engel olan en önemli unsurlardan birisiydi, 90’lı yılların o senin bahsetmiş olduğun akımların etkisiyle Müslüman olabilme, okuyabilme, İslami tefekküre sahip olmayla ilgili bir çaba içerisine girebilme o açıdan önemliydi ve yok olmana engel oluyordu. Şimdikiyle arada çok fark var mı evet, şimdikiyle arada çok fark var ve hatta düşündüğümde 90’lı yılların kendimce İslam anlayışını Müslümanca anlayışı şimdi sürdürebilir miyim hayır, şimdi sürdüremem.
Sunucu: Bu zamana kadar bahsettiğini mi yoksa bir de bu 90’lı yılların aşırı ve eylemsel yanı vardı.
Yazar: Kastettiğim o. 90’lı yılların Müslümanı proje İslam’ına benziyordu bunu şeye benzetiyorum, evde bir gardırobu kurma şeması var ve sen şemaya bakıp gardırobu kuruyorsun bu şemayı ben tarihe benzetiyorum. 1400-1500 yıl önce İslam’ın yaşanabilmesiyle ilgili 90’lı yıllarda en azından benim için öyleydi, önümüzde bir şema konuldu Müslümanlar şöyle şöyle şöyle var olmuşlar ve kendi zamanlarını değiştirmişler. Eğer bizler de o şemayı günümüzde kurabilirsek, onlar gibi Müslüman olabilirsek kendi zamanımızı değiştirebiliriz o zaman. Kendi zamanımız etkin ve yetkin Müslümanlar haline gelebilir, onların kendi dönemlerini aydınlatması gibi bizlerde kendi dönemlerimizi aydınlatabiliriz gibi bir anlayış vardı en azından benim ve benim gibi kişilerde. Aradan geçen bu zaman içerisinde bunu mümkün görüyor muyum, hayır bunu mümkün görmüyorum. Evet, kendi dönemi içerisinde İslamiyet çok güzel bir projeydi, kendi zamanı içerisinde çok güzel bir devrim gerçekleştirdi… devrim demek doğru olur mu bilmiyorum, değişim gerçekleştirdi.
Sunucu: Onu yanlış anlamazlar.
Yazar: Değişim gerçekleştirdi ama İslam’ın o gün orada o değişimi o sahabe üzerinden o değişimi gerçekleştirmiş olması, bugün bizim üzerimizde o değişimi gerçekleştireceği anlamına gelmiyor. 90’lı yılların bize kattığı o güzellikler var ama 90’lı yıllardaki o geçen süreç içerisinde, o yaşananlar sonrasında günümüzde hâlâ kullanır mıyım yok günümüzde hâlâ kullanmam, kullanamam.
Sunucu: Peki, hocam Müslümanlara rehavet iyi gelmiyor galiba?
Yazar: Evet.
Sunucu: O dönemin yani 90’lı yılların o mücadeleci, eylemsel yönü olan o Müslümanların her gün bir proje üretip, bir fikir üretip şöyle mi yapsak gibi hani tamam bunlar realiteye dökemiyorsun belki ama hiç olmazsa bu bağlamda biraz çabalamalarını dahi göremiyorum mesela.
Yazar: Müslümanlara rehavet iyi gelmiyor çünkü rehavet döneminde oturup fikir üretmen gerekiyor, çözüm üretmen gerekiyor. Sıkıntı döneminde duygusal anlamda sabretme senin için yeterli oluyor. Belki dar kapsamlı hareketler üretmen senin için yeterli oluyor, itiraz etme senin için yeterli oluyor, isyan etmen senin için yeterli olabiliyor. “Hayır” tek bir kelimeyle karşı tarafa cevabı veriyor ama sonra peki, hadi buyur bakalım ne yapacaksan yap aşaması geldiğinde burada işin içine artık düşünce giriyor, fikir giriyor, üretme giriyor, yaşadığın ortamı çözümleme giriyor.
Sunucu: Biraz zor olduğumuz bir alan galiba.
Yazar: Tabii ki. Onu yapabilmek için kişinin geçmişi kavramış olması gerekiyor. Yaşadığı zaman dilimiyle geçmiş arasındaki irtibatı da kavramış olması gerekiyor. Gelecekte dünyayı bekleyen değişimleri de kavramış olması gerekiyor. Bu hale gelme sürecini kavrayacak, gelecekte nasıl olabileceğini de öngörecek sonra bu iki zaman diliminin ortasında bir medeniyet inşa edecek. Bu sabretmekle ya da eylemsellikle yapabileceğin bir şey değildir. Bu müthiş bir düşünce ufku gerektiriyor, fikirsel deneyim gerektiriyor, ilim derinliği gerektiriyor hem tarihsel anlamda hem zeminsel anlamda. Yaşadığın dünyayı kavrayabilmek gerekiyor, bunu üretebilmek için. Müslümanlar rehavete kapıldı çünkü o rehavet süresince yapmaları gereken çok fazla bir şey yoktu yani, belki para kazanacaklardı, yaşamlarını biraz dizayn edeceklerdi ama yaşadıkları çağın Allah’ın istemiş olduğu yöne doğru kayabilmesi bambaşka bir şeydi. Onu yapabilmek için ellerinde Kuran’ın var olması yok yetmiyor, tarihi anlaması gerekiyor, geçmişi anlaması gerekiyor, çevreyi anlaması gerekiyor, kendisini tanıması gerekiyor. Bütün bunları harmanladıktan sonra ancak ortaya bir ürün çıkarabilecek. Mesela ben kolay kolay anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Mekke fethedildikten sonra yeni Müslüman olmuş olan Ebu Süfyan’a Peygamberimiz bazı görevlerde bulunuyor neden, neden Ebu Süfyan’ı kullanma… kullanma demeyeyim de görevlendirme ihtiyacı hissetsin? Eni topu Müslüman olmuş olma serüveni kaç yıl ki. Peki, ona görev verirken onun İslam kalitesi üzerinden mi ona görev verdi yoksa onu kendi zamanı içerisindeki meziyetlerinden dolayı, onun bazı özelliklerinden dolayı mı ona o görev verdi. Bence onun İslam kalitesinden dolayı o görevi vermemiştir. Mekke sonrası hani o çok klasik bir örnektir, Mekke de daha önce bazı görevlerde bulunmuş olan o kitleye eski görevlerini tekrardan geri veriyor. Seriyeler görevlendirirken, ordular görevlendirirken ya da bir kavme elçiler gönderirken onların Müslümanlık kalitesi üzerinden hareket etmiyordu, onların meziyetleri üzerinden hareket ediyordu. Bir Müslümanı da kendi yaşadığı zaman dilimi içerisinde, kendi meziyetini, beraber yaşadığı kişilerin meziyetini hitapta bulunacağı kitlenin özelliklerini bilmeden ortaya bir şey koyamaz. O yüzden 90’lı yılların İslam modelini kendi zaman dilimine uygulayamaz, getiremez.
Sunucu: Hocam teşekkür ederim.
Yazar: Ben teşekkür ederim.
Sunucu: Yazar kategorimize, röportaj ya da böyle söyleşi yaptığımız ilk yazarımız oldun.
Yazar: Eyvallah.
Sunucu: Umarım diğer yazar arkadaşlarımızla da bu bağlamda söyleşi tarzı muhabbetlerimiz olacak inşallah.
Yazar: İnşallah.
Sunucu: Hocam, seni epey yorduk.
Yazar: Estağfurullah.
Sunucu: Epey konuşturduk. Güzel de oldu, ben kendi adıma istifade ettim.
Yazar: Allah razı olsun.
Sunucu: Son söz mahiyetinde ekleyeceğin bir şey var mı?
Yazar: Son söz deyince aklıma sanırım dündü, okuduğum bir hadis geldi. Peygamberimize soruyorlar, en iyi Müslüman kimdir diye. Peygamberimiz bir iki tane cevap veriyor, bazen bu oluyor sahabe hayır Ya Rasulallah o değil deyince, tamam siz Araplar arasında en iyi Müslüman kimdir diye soruyorsunuz. Cahiliye döneminde şahsiyetli olan kişi, kaliteli olan kişi Müslüman olduktan sonra da şahsiyetli ve kalitelidir. Bu benim için mihenk taşı mı diyeyim ya da kılavuz mu diyeyim aklımdan çıkarmadığım hadislerden bir tanesi. Müslümanlar kaliteli bir Müslüman olmak istiyorlarsa önce kendi şahsiyetlerindeki, kendi yaşamlarındaki kaliteyi artırmalılar. Kendi yaşamlarında ve kendi şahsiyetlerinde kaliteyi insan olarak güzelliği yakalarlarsa İslam’ın güzelliği onlarda otomatikman ortaya çıkacaktır.
Sunucu: Eyvallah. Zaten güzel olan bir de ekstra İslam’ın güzel ahlakıyla ahlaklandığında daha güzel olacaktır. Yani aliyyülâlâ gibi bir şey olacaktır.
Yazar: Evet.
Sunucu: Hocam, Allah razı olsun. Teşekkür ederim.
Yazar: Allah razı olsun.
Sunucu: Katkıların, desteklerin için sağ olasın.
Yazar: Amin.
Sunucu: Teşekkürler.