Otobüsten iner inmez küçük çantasını almaya yönelmeden önce derin bir nefes çekti içine. Öyle ya bu şehirde doğmuştu ve şimdi 17 yıl aradan sonra buraya ataması çıkmıştı. “Şimdi Esenler Otogarı’nda değil de Haydarpaşa tren garında inip, elinde tahta bavulla etrafı süzüp, yıllara meydan okuyan o merdivenlerde olmak vardı” diye düşündü. Çok heyecanlıydı, herkesin bir koşuşturmaca içinde yaşadığı bu kalabalığın içine bırakılmış gibi hissetse bile heyecanlıydı.
19 yaşında henüz tazecik bir delikanlı olmasına rağmen ciddi bir tarih merakı vardı. Tarihçi değildi ama çocukluğunda okumuş olduğu tarih romanları onda belli bir tarih şuuru oluşturmuştu. Bu şuur onda çoğunlukla ruhsal ve duygusal heyecana vesile oluyordu.
Elinde minik bir bavul metroya doğru yöneldi. Bir yandan da kaygılıydı. Bu kadar kalabalığın üstüne geliyor olmasından bir an ürperdi. Televizyonlarda seyrettiği kapkaç haberleri onda kaygı durumunu iyice artırıyordu. Bu sebeple istemsiz olarak, sıklıkla elini arka cebine atıp kontrol ediyordu. Doğruca Fatih’teki Sağlık Müdürlüğünün yolunu tuttu. Fatih’e gidiyor olması sanki bir nebze rahatlatmıştı onu. Nasılsa doğduğum muhit diyerek içinde bir özgüven hissetti. Günlerden Cuma’ydı. İşe başlama evraklarını hemen imzalatıp hafta sonunu geçirmek üzere tarihi dokuya dokuna dokuna karşıya ablasına geçecekti.
Sağlık Müdürlüğü’nde sağlık memuru atama birimine doğru koşar adım çıktı. Atama birimindeki memurun ciddiyetsizce “Evrakların gelmemiş, yarın gel” demesiyle irkildikten sonra titrek bir ses tonu ile “ama yarın cumartesi” diyebildi. Bunu duyan gudubet memur lakaytlığından ödün vermeden “o zaman haftaya gel. Allah Allah!” dedi ve ağzındaki sigarasını evrakların solundaki kül tablasına çırpıp içine bıraktı.
Çaylak memur işini tamamlayamamanın üzüntüsüyle dışarı çıktı ama aklı o memurda kalmıştı. “Hani iki dakika Allah’ın tanık olmayacağını bilsem bir kamyon küfür ederdim sana” diye geçirdi içinden. Ve sonra “hasbünallah” dedi.
Fatih’in ara sokaklarında dolanırken cuma namazını uygun bir yerde kılar oradan da dolanarak Eminönü’ne geçerim diye düşünürken sokak arasında nohut pilavcıyı gördü. “Nohut pilav da İstanbul’a özgü bir lezzet sayılır” dedi ve hemen kaldırımın yamacındaki tabureye oturup bir porsiyon söyledi tabi yanında turşuyu unutmadan. Cuma salası ile kalktı yemekten. 12 lira verip “eline sağlık usta” deyip çıktı sokak arası lokantasından. Eminönü’ne doğru yöneldi. Küçük sporcu çantası gibi olan mini bavulunu yandan taktı ki İstanbul’un en işlek yerlerinde, Fatih’in ara sokaklarında mağduriyet yaşamak istemiyordu.
Ara sokaklardan Çemberlitaş’a kadar yürüdü. Tramvay yolundan karşıya bir çırpıda atlayıp Divan Yolu’nun sağından hüzünlü bir hal ile yürümeye devam etti. Tarihi doku ile modern yapılar içiçe idi. Bu bir konsensus mu, entegrasyon mu yoksa tarihin talanı mı diye düşünmeden edemedi. Sırtını Burger’e verip karşıya bakınca sağ tarafta II. Mahmut’un kabri sol tarafta da II.Abdülhamid’in… Tam karşıda ise bir devrin şair ve yazarlarına lokal hizmeti sunmuş Türk ocağını görünce hüzün duygusu yüreğine ağır gelmeye başladı. “Şimdi Ziya Gökalp’le burada’mc chicken’ yerken medeniyet ve muasırlaşmak üzerine konuşmalıydık dedi hüzünlü bir tebessümle…
“Hey Allah’ım bir zamanlar kitaplarda okuduğum fethin sembolü İstanbul’dayım. İsmi ile müsemma bir ilçedeyim. Hayallerimin şehrindeyim.”
Sonra Cuma namazını kılmak için Sultanahmed’e doğru yöneldi. Heybetli camiden içeri girdi. Ayakkabılarını poşetleyerek yanına aldı. Bu minik bavul da başına bela olmuştu ama artık iki ayağımın arasına sıkıştırırım diye düşündü. Girişteki iki büyük kolondan sağ tarafta olana doğru yanaştı uygun bir yerde heyecanla cuma hutbesini dinleyip namazı eda ettikten sonra çıktı camiden. Kalabalıktan mıdır ya da gösterişten midir tam bilmemekle beraber kalbi mutmain olmuyordu burada kıldığı namazlarda. Sakinlik, sadelik gösterişsizlikti aradığı şey. Caminin merdivenlerinden inmeye yeltenmişken karşıda Ayasofya’yı gördü. Ayasofya, benim küskün meleğim… Bana da küskün müsün? Kurtuba gibi olmaz sonun umarım! Ve sende bir gün seni şahit kılan secdelere tekrar tanık olursun inşallah dedi içten içe.
Düşünceler içinde önce Bab-ı Ali’ye daha sonra Gülhane Parkı’na doğru yürüdü. Sanki tarihi belgesel çekimi yapan bir yönetmen edası ile Bab-ı Ali baskınını izledi. Hayalinde Yakup Cemil’in heyecanla silahını ateşleyip Harbiye Nazırı’nı vurmasını seyrettikten sonra Gülhane Parkı’nı baştan sona Cem Karaca ile beraber yürüdü. Gülhane’den aşağı inip Yeni Camii önünde güvercinleri seyrettikten sonra Eminönü meydanında merdivenlerde soluklanmak istedi. Biraz soluklandığında turşu suyu içmekle hemen vapura binmek arasında kaldı ama akşama daha var diyerek bir turşu suyu söyledi en pancarlısından. Buranın balık ekmeği meşhur ama o herkesin sevdiği şeylere karşı biraz mesafeliydi. Farklı olmayı seviyordu. Turşu suyunu içtikten sonra Kadıköy vapuruna yöneldi. Fazla geç kalmadan karşıya geçmeliydi. Bir de akşamın karanlığına kalmamalı bir an önce Anadolu yakasında olmalıydı. Bir kere ismi bile sıcacıktı. Daha samimi geliyordu ve orada kaybolmazdı diye düşünerek atladı vapura. Güverte tarafına geçip “hey be kimler geldi, kimler geçti” dedi sol tarafında Haliç’i görünce. Vapur o enfes kalkış sesini duyurduktan sonra arkasından sular köpürtmeye başladı. Temmuz ayının verdiği sıkıcı nemli hava vapurun hareketi ile dağıldı. Ferah bir yaz akşamı vapurla tura çıkmış edasına büründü. Bozkırın ortasından gelip de karşıya geçmek için vapur kullanan birisine bu bile bir boğaz turu havası katmıştı. Biraz ilerledikçe vapura vuran dalgalar artıyor, dalgaları görebilmek için güverteden biraz daha aşağı sarkıyordu. Dalgaların oluşturduğu serinliği içine çekiyor, usulca dalga sesi ile vapura eşlik eden martıların seslerini dinliyordu. Kendisi gibi onlarca insan da güverteye çıkmış kimi akşam olmaya hazırlanan İstanbul’u boğazdan izlemenin keyfini sürüyor, kimi ise martılara bir şeyler atma ritüelini gerçekleştiriyordu. Ama her bir yeri ayrı bir kare olan İstanbul, boğazdan bir ayrı güzel görünüyordu. İşte arkamda kaldı Sarayburnu, Haliç ve Galata köprüsü…
İşte bak birçok aşığa, şaire, yazara ilham kaynağı olmuş boğazın incisi gibi duran Kız Kulesi de sağımda. Nasıl sağımda ya? Solumda olması gerekiyordu! Kadıköy’e giden vapur Kız Kulesi’ni soluna alırdı her zaman. Yani eskiden öyleydi. Rota mı değişti acaba? Yoksa! Aman Allah’ım! Acaba nereye bindim ben düşünceleriyle az evvel martılara simit atan çifte “bu vapur Kadıköy vapuru değil mi?” diye sordu, yabancı olduğu her halinden belli şekilde. Yabancılığını anlamış gibi “korkma “ diyerek başlayan cümle “bu Üsküdar vapuru, ama dolmuşlarla Kadıköy’e geçersin” diye bitti. Üsküdar’a daha önce hiç gitmemiş olması çaylak memuru biraz ürküttü. Ama tuhaf olan insanların onun yanlış vapurda olduğunu bilmelerine rağmen onu umursamamış olmalarıydı. Hüzünlü bir korkuyla oturdu boş olan koltuğa. Sanki dalga durmuş, martılar uçmayı bırakmış, bütün vapur sükûnete ermiş gibiydi. Tekrar arkaya doğru baktı. Topkapı Sarayı’nın ışıkları yanmış, Galata Kulesi akşamlıklarını giyinmişti. Yeni Camii ve Süleymaniye akşamı heybetle karşılıyorlardı. Güneşin kızıllığı binaların ardına düştü düşecek noktada idi. Belki binalar olmasa bu güzellik beş dakika daha izlenirdi ama “herkesin tepeleme yaşadığı bu şehirde bu da bir hülya olarak kalır” dedi.
İskeleye az kalmış; sahilden Üsküdar görünür olmuştu. Sahili görünce tekrar Kadıköy’e nasıl gideceğim düşüncesi sarmıştı taze memuru. Kadıköy’den ablasının evine gitmeyi biliyordu. Önce Kadıköy iskeleye gidecek, otobüse atlayıp Vural Sitesi’nde inecekti. Ama bu Üsküdar vapuru işleri karıştırdı. Bir de omzundaki çanta “ben yabancıyım, köyden yeni geldim” diye bağırıyordu. Vapur, iskeleye yanaşırken hemen arka tarafında bir mabet iddiası olmayan, diğer camilerle heybetini yarıştırmayan, akşamın kızıllığı yüzüne vurmuş bir Üsküdar hanımefendisi naifliğinde ve nazlı gözlerle kendisini çağıran camiyi gördü. İlk kez görüyordu bu sahili de camiyi de. Işıklarını yakmış bukle bukle saçlarını iki yandan omuzlarına dökmüş, ortasındaki şadırvanı ile göğsünden bir rahmet pınarı sunar gibi oturmuştu rıhtıma.
Camiden gözlerini ayıramayan çaylak memur, büyülenmişçesine oraya bakmaktaydı ki akşam ezanının tekbir nidası ile irkildi. Yanlış vapura binse bile zamanlama iyiydi. Burada akşam namazını kılar oradan da hemen dolmuşa biner geçerim diye düşünerek hızlı hızlı indi vapurdan. Işıklardan karşıya geçerken bir yandan trafiği kontrol ediyor bir yandan da gözünü iskele camisinden alamıyordu. O zarif duruşuna hayran kalmıştı. Henüz adını bile bilmediği bu camiye girerken eşikte aşınmış mermerleri görünce en değerli hatıra diyerek basmaya hayâ etti. Caminin göğsünde rahmet pınarı gibi görülen mermer şadırvana doğru yöneldi ve abdest almak için oturdu. Ezan içine doluyor, aldığı nefes yetmiyordu. Sanki aşığın maşukuna kavuşma anı gibi çarpıntı hissetti. Abdesti bittiğinde kendini sevdalısıyla buluşmaya hazır hissetti. Mihrimah’mış adı. “İsmini zihnimin en nadide köşesine koyacağım” dedi, camiye girerken. Brandayı kapatmadan önce arkaya döndü ve bir kez daha baktı Üsküdar sahile, meydana, rıhtıma ve boğaza. Sonra akşam namazı için kamet getiren müezzinin yanına durdu. İlk buluşmada ruhunu teslim eden âşık gibi titrek, mahcup ve şükreden bir hal ile tekbir için kalktı elleri.
Sadeliğine, zarafetine, gönlünün genişliğine hayran hayran… Seni benimle buluşturan için bir tekbir daha… Bir tekbir daha…