Paylaş

Bir anda gözler ona çevrildi. Yine tüm heybetiyle o gelmişti: Hayrullah.

O gelince cevapsız sorular cevaplanır, sakinleşemeyen gönüller sükuna erer, bazen tee uzaktan bazen de en yakından gelirdi; ama hep heybesinde bir şeyler olurdu.

Bir kere Amerika’dan geldiğini bile işitmiştik. Çeçenya, Bosna, Moritanya, Şam, Bağdat derken hep alışkındık böyle mazlum coğrafyalara da “Amerika da neyin nesi ulan!” demiştik; ama o bizim “hayrullahımız” olduğu için bunda da kesin bir ulviyet vardır demiştik.

Üzerinde Kapalıçarşı’dan aldığı bir parkası, bir parka oturur, parkasını Hayri’ye satar, karşılığında da tonla muhabbet ve gülücük alırdı. Tam ticaret ehliydi. Hepimiz o alamet sıcaklıkta muhabbet gömleği giymiş bulurduk kendimizi ve zaman kaybetmeyelim diye hemen sorardık:

Ee, derdik Hayrullah, yav hele anlat…

Heybesinde yok yoktu. Haberlerde anlatılan ve gördükleri, kitaplar ve aslında yazarların yazmak istedikleri, filmler ve yönetmenlerin bilinç altımıza anlatmak istedikleri, fındık fıstık hatta üreticilerin rekolte istekleri… Ha bir de Abdurrahman’a ait helva. Abdurrahman mamülü dışında helva da sevmezdi.

Sıkı sarılmış yaprak sarması gibi incecik parmakları vardı. Yüzük parmağı serçe parmağından uzundu. Marifetname’ye dikkat ederdi. Nur gibi yüzü, top gibi sakalı vardı. Hadi kalkın camiye gidelim derdi. Kuşkonmaz’ın önce bahçesinde, sonra içerisinde, sonra da rıhtımında duyduklarımızı hazmetmek için dururduk.

Rıhtımdan önce boğaza, sonra karşıya, sonra tüm sSarayburnu’na bakardık. O anlattıkça biz tüm ön ve ön olmayan yargılarımızı suya salardık.

Artık derin bir melankoli vardı kucağında ve heybesinde. Havada yasemin kokusu, etrafta kuru kalabalık ve köşede de bir ihtiyar. Ihlaması huzuru bozacak derece…

Bir türlü açamadı kendini. “Kendini konuşmayı beceremediğini biliyorum; ama bu kadar melankoli ruha zarar” diyerek sigara uzattım her zamanki içtiğinden. Bir nefes çekti daha da derinden bir sessizlik sardı etrafımızı.

Gerginliğe dayanamazdı; ama gergindi, kırılgan bir ruhu vardı ve alıngandı. Pişman olduğu nice kavgası nice hamlesi vardı hayatta. Geri dönüşü zor olan küskünlükleri üstüne bir de hunharca attığı kahkahaları… Bütün bu halleri onu bana “o değil” olarak anlatıyordu. Yaptıkları o nahif benliğine bir törpü vuruyordu.

Çünkü o bir mahzun tebessümdü. Hazirede yatan bir leylaktı. Çamlıca’da poyraz, boğazda meltemdi. Beykoz’da muhallebi kadar yumuşaktı kalbi. Kanlıca’ya doğru bir gölge ve akarını bulamamış, nereye döküleceğini bilmeyen akıbeti belirsiz bir dereydi Hayrullah.

Biz severdik Hayrullah’ı.

Naz çeker, gözyaşı siler, dert dinler, ne nazlanır, ne gamlanır, ne de hasretlenirdi. Biraz şairliği, biraz hikayeciliği, biraz da gezginliği vardı. Ulus eskilerine, bir de sobacılar çarşısına bayılırdı.

Kendisi için bir hayat kurmaya, o kurduğu hayatı başkalarından kıskanmaya, diğer insanlarla arasına mesafe koymaya hiç çalışmadı.

Bu yazıyı da damdan düşerken yazdım. Apansız gibi birşey. İncesaz akustiği dinlerken. İstanbul varsa İncesaz vardır. Bozkır varsa Neşet Ağam…

İşte yine yaz yine hayal…

Yine hülyalar yine plan…

Ya şu okul okuyanlar…

Hele şu hukuk okuyanlar…

Yazar, çizer, fotoğraf çeker. Çayı sever, evli, bir kız ve bir oğul babası.

Yorum yap