Peygamberlerin ve aslında Peygamberliğin neden son bulduğunu kendimce uzun zaman sorguladım. Kendime sordum demiyorum; sorguladım diyorum. Konuşanlar anlatmıştır ve yazanlar tarihe not düşmüştür muhakkak. Fakat bana öyle geliyor ki, Peygamberler dünya hayatını “Peygamberliğe yakışacak şekilde” inşa ve imar edemezler. Bu konu Peygamberlerin şahsı ve yeterlilikleri ile ilgili değildir. Peygamberlik ile ilgilidir.
Bir Peygamber iman etmeyi, ahlaklı ve erdemli olmayı, ibadet etmeyi, şefkati ve merhameti, kul olmayı öğretebilir; örnek olabilir.
Ancak devlet kurmayı, milyonlarca insanın öleceği ve ölmesi gereken savaşları, ekonomi modellerini/ kuramlarını, savaş sanayini öğretemez ve örnek olamaz. Füzeye karşı füzeyi, atom bombasına karşı hidrojen bombasını – nükleer silahları – fizyon bombasını – füzyon bombasını – termonükleer silahları kullanmayı öneremez. İnsanın saf vicdanı ve algısı bunu Peygamberliğe yakıştırmaz.
Konu ve aslında sorun sadece savaşlarla ilgili değildir. İslam’a yöneltilen eleştirileri bile incelediğimizde yapılan eleştirilerin hemen hepsi Hicret ve sonrası ile ilgilidir.
Mekke döneminde işkenceye karşı, adaletsizliğe karşı, haksızlığa karşı gösterilen direnişi; kadın ve köleler ile ilgili takınılan tutumu her kesim takdir etmiştir ve etmektedir. Ancak hicret sonrası risalete dair bir yığın eleştiri okursunuz. Savaşlar, kadın konusu, kölelik, evlilik konusu, gayrı Müslim ile ilişkiler, miras hukuku, savaş hukuku, ceza hukuku alanları Müslüman kesimin bile eleştiri yazılarına konu olmuştur.
Bunun da nedeni çok basittir diye düşünüyorum. Birincisi iman edersiniz ve değerinizi imandan; yani iman ettiğiniz Allah (c.c.)’tan alırsınız. Kur’an bile bununla ilgili ayetler ile doludur. Yani bir “Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)’a bakın bir de kendileri muhtaç-eksik – aciz yaratılmış varlıklara, taştan yapılmış putlara bakın” der. İkincisi mazlum olursunuz ve zalimler hariç herkes sizinle empati kurar ve yakınlık hisseder. Mazluma yakınlıkta iman şartı bile aranmaz. İnsan olmak ve hatta canlı olmak yeterlidir.
Ancak Medine’de ve sonrasında artık denklem iman ve mazlum olmak üzerine kurulu değildir. Dünya üzerine kuruludur. Mekke’de imanın sınırlarını Allah (c.c.) çizer. Ancak Medine’de sınırlar dünyaya aittir ve iman bu sınırları gözetir.
O nedenledir ki, kölelik – cariyelik – esir alma – recm etme – celde cezası – miras hukuku – evlilik hukuku – kadın erkek arasındaki konum – ganimet ve ganimetin taksimi (Ensar bile buna içerlemiştir) ile ilgili uygulamalar ve ayrıntılar Dine/ Allah (c.c.)’a yakıştırılamamıştır.
Retorik ve argüman olarak bu konulara istediğiniz kadar cevap üretebilirsiniz; fakat insanın iç sesi birçok şeyi Allah’a (c.c.) yakıştıramayacaktır. Çünkü eleştiri geliştiren zihin ilkel düşünmektedir ve denklemi Allah (c.c.) üzerine kurmaktadır.
Ancak bana göre ise Allah (cc.), Dinin Medine ve sonrası ile ilgili uygulamalarında denklemi dünya üzerine kurmaktadır. Başkası da dünyanın şimdiki formatına uygun olmazdı zaten.
Küçük bir zihin jimnastiği ile bu kısmı kapatalım. Hz. İbrahim’i (a.s.) düşünün ve Nemrud’un devletin yönetimini (Sümer olduğunu varsayalım) O’na bıraktığını hayal edelim. Kral Hz. İbrahim (a.s.) olduğunda Sümer’den geriye ne kalırdı ve kalanlardan hangisini Hz. İbrahim’e (a.s.) yakıştırırdınız?
Hz. Musa da (a.s.) Mısır’ın başına geçsin; Hz. İsa da (a.s.) Roma’nın. Onların devlet yöneticisi olmasını hayal edin.
Hz. Yusuf (a.s.) Allah’ın müdahalesi ile (kuyuya atılma – rüya – kıtlık) Mısır yönetiminde etkili oldu. Bunun neticesinde savaş hukuku mu tamamen değişti, soya bağlı Firavunluk sistemi mi değişti? Sokakta veya ilim meclislerinde Hz. Yusuf (a.s.) ile ilgili ne hatırladıklarını sorun. Züleyha, rüya ve kıtlık haricinde devlet ve dünya yönetimine dair nelerden bahsedebilirler ki?
Bilmem kaç bin yıllık Mısır medeniyetine Peygamber olarak İsrailoğulları’ndan gönderilen iki Peygamber haricinde kendi içlerinden hangi Peygamber’in ismini söyleyebiliriz?
Dini kaynaklarda Mısır tarihi ile ilgili okuduklarımız Mısır’ın kendi devlet tarihi değil İsrailoğulları’nın tarihidir. Ya’kub, Yusuf ve Musa Peygamberler (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun)…
Mısır’ın, Roma’nın, Sasani ve Bizans’ın hangi uygulamaları Peygamberlerden miras kalmıştır insanlığa?
Konunun özü o ki tarihte Din, büyük devlet yapılarına mesafeli durmuştur veya Din bu alanlarda yaşam hakkı görmemiştir. Çünkü öyle ya da böyle devletler ve işleyişleri dönüp dolaşıp kendi iç dinamiklerine sarılmıştır. Son Peygamberin hemen ardından dört Halife’nin seçiminde ve sonrasında, Emevi ve Abbasi yönetim motivasyonlarında bile bunu rahatlıkla görebiliriz.
İman, Allah (c.c.) ile olan irtibatını devam ettirmeye çalışsa da Dünya kendi şartlarını insana dayatmaya hep devam etmiştir. Ve Peygamberler de bundan azade olamamıştır.
Peygamberliğin Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bitmeyip devam ettiğini varsayalım. Devlet yönetimine karışmayıp salt ahlak ve bireysel inanç alanına ait olsa; hayatla iman arasındaki çatışmada her zaman hayat kazanır. İman erimeye ve etkisiz kalmaya mahkum olur. Devlet yönetimini eline aldığını varsayalım 1. ve 2. Dünya savaşlarında hangi devletler ile ittifak kurup kime karşı savaşacaklardı? Günümüz şartlarında ABD – Rusya – AB – Çin vb. bloklaşmalarda kime karşı kimin ile ortak hareket edeceklerdi?
Farklı bölgelerdeki Peygamber yöneticilerin kendi birliklerini kurduklarını varsayalım. Devletlerarası ilişkilerde hangi ekonomi modelini tercih ederlerdi acaba? Ya silahlanma yarışında hangi tür silahlara onay verirlerdi? Verdikleri hangi onayı ve hangi icraatlarını tereddütsüz bir şekilde Allah’a yakıştıracaktık?
Hayal gücünüzden yine yardım alın ve AB – NATO – BM toplantılarına katılmış sinekkaydı tıraşlı, takım elbiseli, parlak ayakkabılı bir Peygamber hayal edin.
Hz. İsa’nın (a.s.) ve Mehdi (a.s.)’ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceğini anlatan kaynaklara ve buna inanan hocalara sorun (günümüz modern algıdan etkilenenler hariç) hepsinin hayal dünyasında sarıklı, eli kılıçlı ve atının üstünde savaşan bir zat vardır.
Bu da İmanın özelliği ile ilgilidir. İman mücadelesinde ve savaşında düşman ile yüzyüze – gözgöze savaşırsın. Cephede göğüs göğüse. Sivil – asker, yaşlı, çocuk, kadın, eman dileyen, savaşan savaşmayan, özel olarak mabetlerde ibadete kapananlar sınıfı vardır iman dünyasında.
Bu nedenledir ki, günümüz yaşam şartları ve savaşları ile “iman” arasında uyum sorunu vardır. Daha doğrusu zihnimiz ikisi arasındaki uyuşmazlığı kabullenmede sorun yaşamaktadır.
Hamas ve İsrail arasında bu son dönemde meydana gelen çatışmada, Hamas’ın saldırılarında ve akabinde İsrail’in insanlıktan uzak misillemesinde İmana ve onun dünyasına ait taşlar yerine oturmamaktadır.
Ekranlarda göründüğü kadarı ile Hamas ve diğer Müslüman dünya bunu bir İman savaşı olarak görme eğiliminde. Bu nedenledir ki, olayların iman etmeye ve dolayısı ile Allah’a yakışıp yakışmadığı sorgulaması yapılmaktadır. Hamas’ın, saldırılarını kayda alması, sivilleri de hedefe koyması, yerleşim yerlerine roketli ve füzeli saldırılar düzenlemesi “bir Müslüman böyle yapar mı?” sorgulamasına yol açtı.
Fakat nihayetinde, günümüzde bir savaşı iman ve küfür savaşı temeli üzerine oturtabilir miyiz ve iman dünyasına ait beklentilerimiz çatışma alanında olabilir mi?
Olamaz!
Savaş ve çatışma denklemini şehadet, cihad, iman davası, şehid gibi motivasyonların üzerine kuramazsınız.
Uzuvlarını kaybetmiş veya sevdiği biri vefat etmiş birini bu yolla teselli edebilirisiniz. Ancak salt bu temel üzerinde durup savaşanları alkışlayamaz ve teşvik edemezsiniz. Savaşın tek bir zemini ve denklemi vardır, o da savaşın kendisidir. Bunu da ancak savaşanlar bilir, anlar.
Savaş kararı verdiğinizde her türlü zulmü, işkenceyi, yarayı ve ölümü göze alırsınız. Düşmandan merhamet ve adalet beklemeden. Planınızı karşı tarafın en onursuz tavrı üzerine yaparsınız. Aldığınız kararın sonuçlarına katlanmak artık size ait bir yükümlülüktür. Elinize fırsat geçtiğinde karşı tarafa adil, merhametli ve insanca davranmak size kalmış bir karardır.
İnsanlık ailesi olarak iki dünya savaşını, atom bombalarını, kimyasal silahları, soykırımları, sistematik işkenceleri yaşadık. ABD’yi de biliyoruz, Rusya’yı da, Çin’i de, İngiltere ve İsrailoğullarını da biliyoruz. Yaptıkları yapacaklarının garantisidir.
İman ettiğiniz ve Müslüman olduğunuz için saldırıya maruz kalabilirsiniz. Ancak mücadele ve savaş tarzınızı bu temeller üzerine inşa edemezsiniz. Yaşadığımız bu dünya artık denizlerin yarıldığı, kuşların filleri yendiği, kavimlerin yerin dibine battığı dünya değildir. Dualarımız bunlarla dolu; biliyorum. Bu dünya, masum bir çocuğun gözyaşı için bile yıkılmayı hak ediyor ve fakat İlahi irade öyle tecelli etmiyor.
Biz kardeşlerimizin yanındayız, dualarımız onlar için ve fakat biz onların yanındayken öldürülüyorlar, işkenceye uğruyorlar, yakılıyorlar, parçalanıyorlar, yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Biz onların yanındayken üzerlerine ölüm yağıyor, aslında ölüm yağsa iyi; ölemiyorlar. Yaşamak bir ceza gibi boyunlarına asılmış. Müslüman halk ancak sınır kapısına bayrak sallamaya gidebiliyor. Hem sınırı geçse ne yapacaklar. Fosfor bombasına veya halı bombasına tekme mi atacaklar?
İşin özü füzeye karşı füze, uçağa karşı uçak yollayamıyorsan kimseyi teşvik etme!
Halkını koruyamayacaksan savaş kararı alma!
Onursuzca yaşamanın tek alternatifi ölüm olmamalı diye düşünüyorum.
Yine de savaşın bir ahlâkı olmali diye düşünüyor Hamas ‘ın masum insanlara yaşattığı seyleri müslümanlıkla bagdastiramiyorum.
Onursuzca yaşamın alternatifi ‘Hicret degil mıdır?
Filistin konusunda fikir beyan etme konusunda yetersiz durumdayım ve fakat evet hicret de yollardan biridir.