Bana parlak renklerinden bahsedin doğanın. Uçsuz bucaksız steplerden, gökten aşağı doğru inen topçam ağaçlarından, kıvrılarak tırmanan yollardan, aniden karşınıza çıkan yeşile bürünmüş kayalıklardan. İri kayaların arasından süzülen pınarlardan, tepeleri mora boyayan pürenlerden bahsedin.
Dışımdaki cennet tüm ihtişamıyla etrafımı sarıversin. Ağaçların, tepeliklerin arasından yollara düşe düşe kalkayım ayağa. Ben kalkayım, isyanlar indirsin bayraklarını. Ruhumdaki ‘bahar’sızlık menekşelere bıraksın yerini, çiğdemlere, çoban yastıklarına.
Sıradan bir yaşamın son nefesini beklemekle geçer bazen aylar, seneler. Zaman gelecek ve her şey yoluna girecek diye bekler durursunuz. Ne o zaman gelir ne tükenen bir tasaya tesadüf edersiniz. Hep uç uca, dip dibedir çünkü hüzünle huzur, acıyla müjde. En tepeye çıktığınızda ilk gözünüze çarpan en diptir. En dibe geldiğinizde de en yukarıyı görmek istersiniz.
Mutluluğu tüm sinir hücrelerinizde hissettiğinizde bilirsiniz ki biteceği yere en yakın yerde duruyorsunuz. Çok gülmekten korkmamız bu yüzden belki de. O yüzden tam karanlık diye bir şey yok. Yüzde yüz aydınlık da. Yaşamayı çok sevenler için hüzün dibinden ayrılmayan bir bela, yaşamın en dibinde meskun berduşlar için umut, yüreklerinde sönmeyen bir ışık. Bu tezatta bir mucize var hem de muhteşem bir mucize.
Biri muhteşem hissetmekteki geçiciliği haber vererek müstakbel sükut-u hayali frenliyor, diğeri daha güzel yaşam ihtimalini canlı tutarak “diren dostum” diyor, “daha bitmedi”. Ben de bu ikisinin meftunu bir çelebi; gönül ülkesinin sınır karakollarında mesken tutmaya vabesteyim adeta.
Muhteşem hissederken aniden başını kaldıran hüzün mikrobunu görünce heyecanlanıveriyorum. Ve artık dipleri teneffüs ederken beliriveren umudu görünce aklımı kaçırmaktan zor alıyorum kendimi. Marazi bir mutluluk ve eksiltili bir hüzün girdabı.
Ve bu ikisine yaşamın giydirdiği kıyafet. İşte mucize tam da orada başlıyor aslında. Umulmadık zamanlar, mekanlar, biçimler, nüzul şekilleri ve sebepleri. Bu anlarda olanlar, tahmin edilenler silsilesinden olsaydı hiçbir sihri kalmazdı aslında. Fakat ne hikmettir ki anlaması kabil olmayan bir şekilde hayatınızın tam ortasına hem de en beklemediğiniz anda dalıveriyor. Öyledir zira; beklerseniz gelmez. Beklemenizle ilgisi yoktur gelmesinin. Kendi zamanını tayin ederken “mucizevi” olmayı harika bir şekilde başarması, ötelerde bir “akıl doluluğu” işaret ediyor. “İnsan eliyle” olmasının mümkün olamayacağını çarmıha çiviyle çakıyor adeta. Ve o çiviler sökülüyor sonra, sıvalar dökülüyor, kül tekrar tutuşmaya başlıyor, yangın sönmeye yüz tutuyor, karanlığın vakti bitiyor, bittiği düşünülen bahara yeni bir ömür geliyor.
İnsan sevdalanmaya en yakın yerde oluyor o zaman. Tutunmaya, bağlanmaya, müptela olmaya. En deli kararları o zaman alabilirsiniz, en pişman olacağınız şeyleri o zaman yapabilirsiniz. Zemin, içerik her şey müsaittir buna aslında. Galiba tek şey engel olur buna; soyluluğunuz. Eğer muhteşem mutluluğunuza gölge ediveren hüzün mikrobunun gönlünü almayı başarabildiyseniz, küllerinizi közlenmeye çeviren muhteşem kıyafete de aklı başındalıkla karşılık verebilirsiniz.
O muhteşemdir ama muhteşem olması “yüksel akıl doluluğun” ürünü olmasındandır. Liyakatinizden ya da hakkınız olduğundan değil. Bunu anlamaya başladığınızda sadece seyre dalarsınız. Şehir ışıklarına ve gölete nazır bir tepede, yüksekte bir taşın veya kesilip uzatılan bir ağaç tomruğu üzerinde etrafınızdaki harikulade manzarayı seyredersiniz.
Ve içinizden şöyle dersiniz:” Senin bir mucize olduğunun farkındayım, fakat bu ne seninle ne de benimle ilgili değil. Eğer ikimizden biriyle ilgili olsaydı, bu kadar muhteşem olması mümkün olmazdı.”
*Not: Görsel Arttablo’ya aittir.