Sabah uyanmanın zorluğu diye bir gerçek var. Alarmın çalması ile gözlerin açılması silsilesini devam ettiren, bedenin yataktan çıkmaya çalışırken dış kuvvetlerin seni tekrar yatağına itmesi hali ile devam eder. O arefede ne pes edebilirsin ne ısrar. Zaten hayatın bütün işleyişi de böyle değil mi? Olmasını istediğin dünyevi arzuların imtihan olduğunu fark ettiğin anda oluşan kırılma sesi, şimşek çakması kadar kuvvetli yankı yapar içinde. Belki bir yok sayılış, hor görülüş, istenmeme hali. Bütün bu etrafımı çevreleyen olumsuz düşünceleri yenebileceğim iksir temiz havanın içeriye girmesinden geçiyordu. Yeni bir başlangıca duyulan enerjinin anahtarı gibiydi. Bende öyle yaptım. Sadece camı açtım.
Bu dünyada kazan simidi diye bir gerçeklik var. Tazeliği cips gibi çıtırtısından anlaşılan bir gerçeklik. Her sabah kantinden bir tane kazan simidi alıp güne ilk öğün olarak onunla başlarım. Besin değeri hakkında çok fikrim yok. Mükemmelliyetçi değilim. Yanında krem peynirin güzel gittiği söylentileri mevcut olsa da her şeyden bir nebze eksik büyümüş kendim, her şeyin tam olmasından rahatsızlık duymaya başlamasından, bazı eksikliklere şikayet gözüyle değil de olması gereken gibi bakıyor. Bu tarafımı keşfettiğimde ilk olarak çaya şeker atmayı bıraktım. Çaydan zevk almıyorum. Ama içmeye devam ediyorum. Hayattan keyif almıyorum. Ama yaşamaya devam ediyorum. Bu anlamsız karmaşada sis bulutlarını dağıtabilecek birini tanıyorum. Kendinden bile çok. Buna izin vermedi.
İlk ders Türk Dili ve Edebiyatı hocası olan Ömer Hocamın dersiydi. Lakabı Fuzuli. Dersin sıkıcılığı için böyle bir lakap konulmuş. Ben lakap şeklinde hitap etmeleri sevmem. Bunu bana yasaklayan emirler mevcut. Hocam diye hitap ederim. Alışılagelmiş şekilde değil. Sahiplenme şeklinde. Birilerinin bir şeylerim olması hakkında memnuniyet duyarım. Hayatımın kontenjan sayısının çok sınırlı olması ve bu kontenjanı Ömer Hocamın doldurması bazen beni düşündürüyor. Onu bu kadar değerli kılan şey nedir? Sanırım karşısında istediğim soruları sorup aydınlanmamı sağlaması. Bir bilinmezlik ve çaresizlik nedir bilir misiniz? Karanlıkta okyanusun dev dalgaları içinde sandalda yaşama tutunmak gibi. Ama korkmadan.
Ömer Hocam derse girdiğinde yoklamayı aldıktan sonra dersin konusunu serbest olarak belirledi. Bugün istediğimiz konu hakkında konuşabilecekmişiz. Spor ve siyaset hariç. Bir iki kayda alınması gerek olmayan muhabbetlerden sonra: “Hocam” dedim, “Ümit nedir?”.
“İnsan olmanın gerekliliği, Allah’ın kalbimize düşürdüğü ışık, tünelin sonunda görünen aydınlık…” diye cevap verdi. Ve ekledi: “Büyük bir zat, bir hatasından ötürü sufisini huzurundan kovarken, sufi dönüp gider. Tam kapıdan çıkacekken dönüp geriye bakar. Hz. Pir sorar: ‘Neden dönüp baktın?’. Sufi der ki: ‘Belki affedersin.’. Hz. Pir: ‘Madem ki ümidini kaybetmedin, gel oğlum.’ der. Ümit kesmenin hiçbir fiziki acı ile tarifi mümkün değildir, sizi lime lime doğrasalar yine de ümit kesmek kadar acı veremez hiçbir şey. Ümitsizlik her şeyin bittiği o son nokta. Ümitsiz insan yaşayamaz. ‘Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler, Arif onu seyreyler, Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler’.”
“Hocam” dedim, “Dünyaya gönderiliş amacımız Zariyat 56’da belirtildiği üzere ‘Biz insanları ve cinleri yalnız bize ibadet etsinler diye yarattık.’ ayetinden yola çıkarak ibadetin en mutlak gerçeklik olduğunu kabul edecek olursak, dünyada var olan ve duygularımıza hitap eden lezzetli güzelliklerin yaşanmamasını sınavın bir parçası olarak mı kabul etmeliyiz?”
Gözlüklerini çıkararak bir olaya ustaca giriş yapacak tavırları ile: “Görenler görür bizi, görenedir görene, köre nedir, köre ne. Ulu’l-ebsar olanlar (kalp gözüne sahip olanlar) bizim değerimizi anlar. Bu gerçekliğin içerisinde bir hiçlikte kaybolmanın lezzeti hangi dünya nimetine mahsustur? Dünya üzerinde yapılan keyifli aktivitelerin kalıcılığını sorguladığında bir gülümseme sonrası yok olacak kadar acizken, baki olana yakın olma hali hangi dünya keyfiyatı ile eş değer?”
“Hocam” dedim, “Dertli hallerimize bir öneriniz var mıdır? Bu çıkmaz sokaktan nasıl çıkılır?”
“Bu soruna Ali Ekber Çiçek tarafından cevap vermek isterim:

‘Derde derman arar ıdım,

Derdim bana dermanımış’

ve Aşık Veysel’in sözü ile devam edeceğim:

‘Aşıklara gurbet bülbüle firkat,

Derdimi sorarsan dürülü kat kat,

Ey gönül derdinden etme şikayet,

Yüce dağlar gurur duyar karından’.”

Madde aleminden mana alemine geçiş yapacağım ilk senaryo böyle gerçekleşmişti. Sonra acı vermemeye başladı insanlar ile girdiğim savaşlar. Yenilgilerim, üzüntülerim kahrolmam için birer neden değillerdi artık. Sarsıyor olsa bile artık yıkmıyordu. Çıkıp beni üzen insanların karşısına: “Bir köyde bir kişi açlıktan ölürse kalan 39 kişi bundan sorumlu olur, sadece yaptıklarınız yüzünden mi hesaba çekileceğinizi sanıyorsunuz? Yapmadıklarınız mahşer günü sizin yakanızdan tuttuğunda ben içi kırık bir sesle sizlerden şikayetçi olmayacağım.” demek istiyordum. Alemin sustuğu anlar oluyor ya, bir gün yolunu kaybedersen seninle orada karşılacağız. Kızgın demirin kendini ateş sanmadığı yerler… Bir hiçlikte kaybolanların mekanı… Hz. Yusuf’un düştüğü kuyu… Allah’ın sabredenlerle beraber olduğu yer…

Yorum yap