Son vahyin, tarih boyunca inmiş vahiylerden farklı/özgün bazı yanlarının olduğunu düşünüyorum.
Bazen vahiy köy ve kasaba benzeri bir yere inerdi ve inmiş vahiy o şartlar içinde orası ile sınırlı kalırdı. Kurumsal bir yapı ve devlet ile muhatap olmazdı. Hz. Lut (a.s.) ve Hz. Yakup (a.s.) gibi peygamberler böyle idi.
Bazen vahiy var olan kurumsal bir devletin çatısı ve onun egemenlik sahası içinde inerdi. Hz. İbrahim – Hz. Musa – Hz. İsa – Hz. Yusuf (Allah hepsinden razı olsun) böyle bir ortamda vahye muhatap oldular.
Hz. Muhammed (s.a.v.) ise vahye Mekke’de aşina olduğumuz kurumsal ve geniş çaplı bir devlet ile ilişkide olmadan muhatap oldu. Kasaba boyutunda olan Mekke’de birincil öncelik iman konuları idi. Mekke süreci eski dönem vahiy süreçlerine benzer bir süreç olarak ilerledi. Küfrün baskısına karşı imanın sabrı ve samimiyeti idi öncelikli olan. Normalde aşina olduğumuz ve hatta beklenti içinde olduğumuz sonuç şöyle olurdu:
“Peygamber ve azınlıktaki ashabı zulme uğrar, Mekke’de iman umudu tükenir, suikast ihtimali doğar; bir sabah hicret olur ve geride kalanlar bir afet ile helak edilir.” Ancak Mekke halkı helake maruz kalmadılar.
Daha sonra Medine’de Hz. Peygamber (a.s.) kendi kurumsal yapısını ve bir anlamda devletini kurdu. Başka bir devletin gölgesi altına girmeden, eklemlenmeden kendi şartlarını oluşturan bir ortamda inen vahiy kurucu bir tavır geliştirdi.
Dolayısı ile bence İslam yapı değiştirdi ve iman ikinci plana düştü. Artık birisi/bir grup iman ettiğini söyler, namaz kılar-zekat vermeyi kabul ederse münafık olması kendisi ile Allah arasında bir sorun haline geldi. Yani iman bireyi ve yasa ise toplumu ilgilendirdi.
Nesih-Mensuh, zamanın ve şartların değişmesi ile hükümlerin değişmesi konusu, tarihselcilik tartışmaları bu Mekke ve Medine konjonktürü ve devletleşme süreci üzerine oturmuştur diye düşünüyorum; çünkü devletleşme süreci eyleme dayanır. Şartları gözetir, şartları oluşturur. Kendi içinde sağlamasını yapar. Gerçek yaşama ve realiteye dayanır.
Peygamberin (a.s.) vefatından sonraki süreçte ise akidevi tartışmaların bile arka planında sosyal sorunlar ve siyasi – politik süreç yatmaktadır.
Yapısı gereği eyleme/realiteye dayalı bir dini ve uygulamaları salt düşünsel ve akidevi uygulamalarmış gibi tartıştığınızda, uygulanabilirliğini söylem düzeyinde test etmeye çalıştığınızda, savunduğunuzda ve hatta eleştirdiğinizde sonuç hep ayakları yere basmayan yalpalamalar olacaktır. Çünkü tartışmacılar tarihi olayların ardındaki niyeti kendilerince okumaya çalışıyorlar.
İslamı/şer-i uygulamalarını savunanlar gerçek hayatta bunları uygulama ve sonuçlarını gerçek hayatta test etme fırsatı bulmadıkları için ve hatta böyle bir külfete katlanmak zorunda olmadıkları için gelmiş geçmiş en iyi nizam diye rahatça savunabiliyorlar. Müddei – Savcı – Hakim aynı kişi. Parmak şıklatarak hüküm verebiliyorlar. Kendileri için fetva arayanlar da tarihi uygulamalara ve uygulayıcıların niyetlerine/içsel dünyalarına kendilerini dayayarak onlara istediklerini söyletebiliyorlar.
Eleştirenler de bir devlet oluşturan, bir devletin çatısı altında yaşayan ve 1400 yıllık bir arka planı olan bir din sanki vicdani/ahlaki bireysel bir tercihmiş gibi eleştirebiliyorlar.
Nihai anlamda İslam eyleme dayalı bir dindir. Eyleme salt söylem muamelesi yapmak ise kolaycılıktır vesselam.