Gökyüzü üstümüzü bir şemsiye gibi kapatmış. Ara sıra yediklerimiz yetişsin diye cömert yağmurlarla suluyor bizi. Ebemkuşağını bir tavus kuşu gibi açarak yaşamın tüm renklere açık olması gerektiğini salık veriyor bize. Cesur ve yaşamlarını kolaylaştırarak uçan yaban kazlarına rüzgârlar gönderiyor yolları uzamasın, çok da yorulmasınlar diye.
Yeryüzünde biz kendimizi ne kadar büyük görürsek görelim bir kuşun bakışıyla o kadar minicik görünüyoruz ki! Bu şipşirin miniklerin birbirlerini öldürebileceğine inanmaz hiç kimse. O yaban kazlarının gözünden mesela.
Hiçbir kızılca kıyamet, atmosferin öbür tarafında görülebilecek kadar büyük değil. En azından şimdiye kadarki gerçekleştirdiğimiz kıyametler. Yoksa inandığımız gökyüzü Tanrı’ları çoktan kayyum atamışlardı bile dünya yönetimine. Her gün binlerce kadının saçma nedenlerle öldürüldüğünü Allah’tan bilmiyorlar. Uzak coğrafyalarda minicik çocukların sırf işkence olsun diye bedenlerinin bir kısmının yakıldığını bilmiyorlar. Beş yüz yıldır hüküm süren bilimsel hegemonyanın bugüne kadar milyonlarca insanı renginden dolayı aşağıladığını bilseler gökkuşağını siyaha boyarlardı galiba. Sadece Pocahontas’ın* sürgün hikayesini bilmeleri yeterdi azaba gelmeleri için.
Gökyüzü ışığını yolladıkça bu ışığı siper kazmak, pusu kurmak için kullandığımızı, yangınlarımızı söndüren sularda vatansız insanların boğulduğunu, manyetik dalgaları toplu katliam araçlarına döndürdüğümüzü bilseler belki de kaldırıverirlerdi şemsiyeyi. İşte o zaman aslında kendimizi hayatta tutabilmenin, milyonlarca gök taşının herhangi birinin isabet etmesiyle, ışınların tek birinin bile ulaşmasıyla, baş gösteriveren ani ve büyük kuraklıkla, denizlerle dağların birdenbire yer değiştirmesiyle nasıl da imkansız hale geldiğini görüverirdik.
Belki o zaman kuş bakışıyla ne kadar küçük göründüğümüzü ve tüm yaptıklarımızın boyumuzu aştığını fark ederdik. Belki o zaman ebemkuşağından ilhamla değişik renklerin bir ebru kağıdı gibi yaşamı güzelleştirmek ve ziyadeleştirmek için var olduğunu, asıl gücün yok etmek değil de varlığı güçlendirmek olduğunu, zekanın asıl yaşatmaya hizmet etmesi gerektiğini anlardık.
Doğa bütün unsurlarını yaşam için alabildiğine sunmuşken bizim sadece yok etmeye ayarlı olduğumuzu ve kendimize kurduğumuz tuzağı da fark ederdik. Belki de doğanın ve gökyüzünün şifresini çözer, yıldızları uzaktan fark ediyor olmanın romantizmine şemsiyenin sebep olduğunu anlardık.
Ve bütün uğraşlarımızı bir diğerinin yaşamını zorlaştırmak için değil kolaylaştırmak için seferber ederdik. Tıpkı yaban kazlarının yaptığı gibi…
*Pocahontas: Kandırılarak İngiltere’ye götürülen Kızılderili prensesi