Müslümanların Kur’an’dan uzaklaşmaları dolayısıyla gerilemeleri arasındaki ilişkinin şekli ile Kur’an’a sarılmaları nedeni ile ilerlemeleri arasındaki ilişkinin şekli farklıdır.
Bu önerme ve ilişki cümlesini kendi içinde dört parçaya bölebiliriz:
a) Kur’an’a sarılma
b) Güçlenme, diğer topluluklara galebe çalma, ilerleme
c) Kur’an’dan uzaklaşma
d) Zayıflama, gerileme, diğer toplulukların gerisinde kalma
Tarihi olarak sabittir ki İlk Müslümanlar Dine/Peygambere/Allah’ın İpine/İslam’a/Kur’an’a sarıldıkları için güçlendiler ve diğer topluluklara karşı galip oldular.
İslam gelmeden önce Araplar kabileler halinde yaşamlarını sürdürürlerdi. Kurumsallaşmış bir merkezi otoriteden mahrumdu Mekke ve Medine bölgesi. Vahyin inmeye başladığı o bölgede komşu iki büyük devlet (Roma ve Sasani) ve o iki devletin güç mücadelesi vardı.
Kendi dönemleri içinde Mısır, Roma, Sasani gibi güçleri yenmeyi akıllarından bile geçiremeyecek durumda olan Mekke-Medine-Taif gibi kabileci yapılara sahip olan Arap Toplumu İslam sayesinde birlik olabildiler. Kendi aralarında devlet kurmaktan uzak, aile/soy-sop üstünlüğü haricinde bir vizyonu olmayan o insanlar kısa zamanda çok geniş bir coğrafyaya hükmetmeye başladılar. Hatta o kadar hızlı yayıldılar ki, elde ettikleri toprakları yönetme ve organizasyonu yapma becerilerinin bile gelişmeye fırsatı olmamıştı. İslam dolayısı ile sahip oldukları Misyonları ile deneyimleri dolayısı ile sahip oldukları vizyonları arasındaki orantısızlık kısa zamanda büyük sorunlara da yol açacaktı. Fakat bu bahsi diğer bir konudur.
Kur’an’a sarıldıkları için erdemli, daha ahlaklı, ilkeli, tutarlı, yüksek bir bilince sahip oldular. Ufuklarını kabileci asabiyet ve örfi alışkanlıklar değil vahyin ışığı belirledi. Onlar Allah’ın ipine doğru bildikleri şekilde sımsıkı sarıldıkça Rableri onları yüceltti. Bu Allah’ın (c.c.) Peygamberine vaadi idi. Sahabe, bu yücelmenin Allah’ın lütfu ve keremi olduğunu açık bir şekilde biliyordu ve hatta iliklerine kadar hissediyorlardı.
İlk dönem Müslümanları Rablerinin emrettiği gibi bir Mü’min olmayı biliyorlardı; cihad etmeyi, kılıç kuşanıp/at binip savaşmayı, haram yememeyi, kardeş olmayı, paylaşmayı biliyorlardı. Ve fakat daha önce adım atmadıkları toprakları fethedecekleri zaman nasıl yönetip idare edeceklerini bilmiyorlardı. Bırak Roma ve Sasani mirasını yönetmeyi, Peygamberleri (s.a.v.) vefat ettiği gün başlarına yöneticiyi nasıl seçeceklerini bile bilmiyorlardı. Bu sürecin önceden belirlenmiş bir usulü, kriteri, şeması, deneyimi yoktu onlarda.
Ortak oylama ile mi seçilecek, en takvalı olan mı, yaşlı olan mı, Peygamber (a.s) ile akraba olan mı, ilk önce iman etmiş olan mı, daha önce yönetim deneyimi olan mı başa geçecek belli değildi. işlerini istişare ile yürüteceklerinin bilincindeydiler. Fakat şurada tüm Müslümanlar mı, İslam olmuş tüm bölgelerin temsilcileri mi, ilk Müslüman halka mı, Muhacir ve Ensarın öncüleri mi yer alacak belli değildi.
Başlarına seçtikleri kişinin ünvanı Allah’ın Halifesi mi, Allah Resulünün Halifesi mi, Halife mi, Mü’minlerin Emiri mi, Kral mı, İmparator mu, Şah mı, Padişah mı, İmam mı olacak belli değildi. Çünkü sarıldıkları Kitapta her şey yazmıyordu.
Fakat her şeye rağmen düşman bölünüp parçalanma sürecinde idi. Ve İslam toplumu ise Kur’an sayesinde ya yöneticileri doğru yolda oluyordu ya da yönetici saptığında toplumun kendisi doğru yolda kalıyordu.
Kur’an’a ve Peygamberden öğrendiklerine ittiba ettikçe İslam öncesi yaşamları ile kıyas edilemeyecek bir birlik, dava ve motivasyon sahibi oluyorlardı. Gözlerini İstanbul’a (Konstantiniyye) bile dikebilmişlerdi. Başlarındaki yöneticilerin zaaf ve hatalarına rağmen Müslüman toplum davaları etrafında birlik olabiliyorlardı. Kendi içinde git gide büyüyen zaafına rağmen fetihler ve ganimetler güçlerini arttırıyor ve ilerlemelerini sağlıyordu. Ancak Çernobil Faciası misali zaaflı güç içsel patlamalara da gebedir. Zamanla öyle de oldu. Emevi ve Abbasi örneğinde yıkılma dıştan değil içten oldu.
Vahiy de olsa, Kur’an da olsa zaaftan azade olamaz insana dair hiçbir şey. Kur’an adaleti emreder ve fakat adaletin uygulaması insana kalmıştır. Kur’an birlik olmayı emreder ve fakat kimin etrafında birlenecekleri onlara kalmıştır. Kur’an’a sarılmak Ali’nin rakibi olan Muaviye’nin galip gelmesine engel olamadı. Yezid’e, Haccac’a, Ömer Bin Abdülaziz’in öldürülmesine; Sıffine, Cemel’e engel olamadı.
Allah Resulü (a.s.) “Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz” demişti. Fakat bence belli bir aşamada Kur’an’a sarılmayı bıraktıkları için değil dünya işlerini iyi bilemedikleri için gerilediler. Çünkü zamanla vahyin sunduğu bilgiler haricindeki bilgilere, Peygamberin (a.s.) örnekliği haricindeki becerilere ihtiyaç duydular.
Vahiy, yapısı itibari ile ne yapılması gerektiğini anlatır ve fakat nasıl yapılacağını açıklayamaz. Çünkü emir Allah’tan gelse de uygulama eninde sonunda insana kalacaktır.
Şimdi sıra ikinci önermeye ve soruya geliyor: Gerileyen ve zayıflayan Müslüman Toplumlar tekrardan Kur’an’a sarılarak güçlenebilirler mi?
Allah’tan korkan, çalmayan, faiz yemeyen, haksızlık etmeyen, haram yemeyen, zinaya yaklaşmayan, cana kıymayan, ibadetlerine özen gösteren insanlardan müteşekkil bir toplum güçlü ve uluslararası arenada rekabet edecek bir devlet kurabilir mi?
Yasayı bilgi ile oluşturabilirsiniz ve fakat organizasyonu bilgi ve yasa ile değil görgü ve deneyim ile yürütebilirsiniz. İlk dönem İslam devletlerinin kabileci alışkanlıklarına geri dönmelerinin, Osmanlı dahil tüm Müslüman devletlerin yönetim işlerinde diğer toplumların uygulamalarını devşirmelerinin nedeni budur. İnsan vahyin nuru haricinde diğer toplumların deneyimlerine de muhtaçtır.
Söz konusu devlet olduğunda yönetim mekanizmanızı hangi dengeler üzerine kuracağınız, yürütmeyi ve denetlemeyi nasıl yapacağınız, kitlesel yaygın ve örgün eğitimi nasıl organize edeceğiniz, vatandaş mı yurttaş mı dava adamı mı birey mi yetiştireceğiniz kitaplarda, Kur’an’da yazmaz. Yazsa da işe yaramaz. Kur’an’da yazdığı halde Müslüman toplum Kerbela’ya, Sıffin’e, Cemel’e, Halifelerin katledilmesine engel olamadı.
Bu topraklar (tüm İslam Coğrafyası), patron ve çalışanlar haram yemiyor diye bir şirketin başarılı olacağını zannediyor. Patronu, çalışanları, üretim ve dağıtım süreçlerini nasıl denetleyeceklerini, arızalı tarafları nasıl tamir edeceklerini bilmiyorlar.
Samimi ve ihlaslı 1000 mücahidin 100 kafire nasıl yenildiklerini algılayamıyorlar. Süreci çözemedikleri için durumu ya imtihan ya da ikram ile açıklıyorlar.
1950-2000 yılları arası yaşayan Müslümanların ana projesi idi, halkı İslam ile buluşturursak; ev ev, mahalle mahalle İslamlaşma çalışmasını tabandan yürütürsek yönetimi ıslah edebilir ve hatta İslam devrimini gerçekleştirebiliriz. Bir anlamda tabanda dine dayanan tarikat (yaşam şekli anlamında), tavanda kitaba uygun şeriat. İkisi arasındaki uyum çağdaş asr-ı saadet. Afganistan, Pakistan, Mısır, Sudan ve İran’daki süreç bu hayali barındırıyordu.
Olması gereken ile olan arasındaki farkı fark etmek sarsar insanı. Günün sonunda dünya işlerini yürütemeyen yöneticiler daima halkı “bir ideal etrafında toparlamaya” çalışır. Kur’an’a sarılmaya, davaya sarılmaya, ülküye sarılmaya; bir ve birlik olmaya davet ederler.
Kabul ediyorum, bu topraklar inançları gereği Allah’a hesap sormadıkları için yönetim kademesine de, babaya da, idarecilere de hesap sormayı, onları denetlemeyi uygunsuz buluyorlar. Yöneticilere kutsallık atfetmekten geri duramıyorlar. Ancak denetleme ve düzeltme mekanizması yoksa müstağni olanlardan tuğyan sadır olur.
Kur’an’a sarılan bireylerin bir araya gelmesi ile Kur’an’a göre yaşayan bir toplum oluşmuş olmaz. Kur’an’a sarılan bir toplum oluştu diye güçlü bir devlet oluşmaz.
Günümüze dair sözün özü; Müslüman coğrafya yeni dünya ile temas kurmadı ki yeni dünyanın sorunlarına çözüm üretebilsin ve bu çözümleri Kur’an’a sarılarak bulabilsin. Bırakalım günümüz sorunlarını, Mekke ve Medine’de yaşayan Müslüman Araplar olarak, Arap coğrafyasının sorunlarına bile Kur’an’a sarılarak özgün çözümler üretemedi bu zihin.
Geri dönmeye çalıştığınız hiçbir dönem kendi dönemine ait sorunlara kalıcı bir çözüm üretememiştir ki, o dönemlerin çözümleri bu zamanın sorunlarında işe yarasın. (Bu beklenti mümkün ve gerçekçi de değildir zaten. Köklerimize karşı haksızlıktır da…)
Risalet dönemi, Hz. Ömer dönemi, Ömer Bin Abdülaziz dönemi, Fatih Sultan Mehmet dönemi, Kanuni Sultan Süleyman dönemi, II. Abdülhamit dönemi… Bu dönemlerin hiçbirisi çağları aşan Bir model ortaya koyamamışlardır ve koyamazlar da…
Batı tipi Ordu ve savaş düzeni, sanayi atılımlarının ve bilimsel gelişmelerin doğurduğu güçlenme ile kendi döneminde bile baş edemeyen tarihimizden alacağımız ilham/modelleme ile modern zamana ait gerçeklik (Ordu ve savaş sanayii, üretim sanayii, yeni küresel ilişkiler ve ticaret, yapay zeka alanındaki gelişmeler, uzay alanındaki gelişmeler, bilimsel literatür ve ilgili alandaki gelişmeler) ile baş edebilmesi ve bu alanların doğurduğu sorunlara çözüm üretebilmesi mümkün mü hiç?
Son söz olarak Kur’an’a sarılarak ahlaklı ve erdemli bireyler yetiştirebilirsiniz, aileyi bir arada tutmaya çalışabilirsiniz; vatanı sevmeyi, haramı-helali öğretebilirsiniz. Fakat güçlü bir toplum ve içinde bulunduğu gerçeklik ile rekabet edecek bir devlet için başka deneyim ve başka bir denkleme ihtiyacınız vardır.
Bana öyle geliyor ki, Müslümanların henüz düşünme fırsatı bulmadıkları ve dolayısı ile yüzleşmedikleri en önemli sorun şudur: Makro (geniş toplumsal/kurumsal/devleti kapsayan) düzeyde Kur’an ve Dine uygun biz düzen kuramayan Müslümanlar Mikro (bireysel ve ailevi) düzeyde Kur’an’a ve Dine uygun bir ahlak/yaşantı inşa edemeyeceklerdir. Çünkü İslam, makro ve mikro alanda nöron ağı gibi ilintili ve ilişkili bir yapıya sahiptir. Dolayısı ile din ve ahlak algıları bireysel anlamda da dönüşüme tabi olacak. Yani günümüzün en revaçta söylemi olan “din bireysel anlamda ancak ahlak ve değer üretebilir” söylemi de sarsılacaktır. Bunu bir sorun olarak kavrayıp çözüm üretme çabasından oldukça uzağız şimdilik.
(Görsel: Bir arada oldukları için belli bir sonuca varan parçalar ayrıldığında artık eski aynı sonucu vermezler)